15 Eylül 2010 Çarşamba

NEDEN Şİİ OLAMADIM !!!...? 10

ÇÜNÜK PEYGAMBER MİRASCILARI SAHABEYE DÜŞMANLIK BESLEYEN MÜNAFIK VE YAHUDİ DÖNMELERİNE İNANDILAR. ONLARI HAK BİLİM İSLAMA HİZMETİ DOKUNMUŞ İNSANLARA KARŞI İNANILMAZ SALDIRILAR VE İFTİRALAR ETTİLER.

NASIL MI?

Başlangıç itibariyle sahabe; her toplumlarda olduğu yada olacağı gibi; içinde seviye, anlayış, maddiyat, ve kültürel anlamda “a” dan “z” ye her tipten insanın olduğu bir yapıdadır. Yirmi üç yıl boyunca Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını; İslam'ın üstün değerleriyle eğiterek bütün insanlığı bu yüce dine davet etmek üzere hazırlamıştır. Sahabe öğrenilmesi gereken İslami gerçekleri kesinlikle bütünüyle anlıyorlardı. Şayet anlayamadıkları bir şeyler olsaydı kesinlikle onu Resûlullah'a (s.a.v.) sorarlardı. Özellikle hayatlarında kendilerini doğrudan ilgilendiren bir şeyleri olmuşsa, hele bu mesele bilhassa inanç yönünü ilgilendiriyorsa, kesinlikle açıklamasını da istemekteydiler.

Onlar o güzel tedrisata teslim olmuşlar, adalete uygun olan her şeyi yasamaya, doğru bildiklerini dile getirmeğe, İslam ahlak ve faziletini İslâm diyarının her tarafına ve imkânları ölçüsünde dünyanın diğer kesimlerine yaymağa; kendileri, babaları ve çocukları aleyhinde de olsa bu adalet ölçüsünden ayrılmamağa gayret eden insanlar olmuşlardır. Şuna belirtmekte fayda vardır "Sahabe'nin adaleti" ifadesini, onlara "masumiyet/günahsızlık" izafesi gibi anlamak derin bir yanılgıdır. Bu ifade onların günahsızlığını değil, Din'in gelecek kuşaklara kavli ve fiilî olarak ideal tarzda aktarımındaki güvenilirliklerini anlatmaktadır. Bir Sahabenin adil olması demek, hadis rivayetinde dürüst davranması, Hz. Peygamber'e yalan isnad etmemesi demektir.  Elbette Sahabe günah ve hatadan masun değildir, diğer insanlar gibidirler. Onlar da günah işleyebilirler. Ehl-i Sünnet arasında onlara böyle bir vasıf izafe eden de olmamıştır. Nitekim bu durumda olan bazı sahabelerin Hz. Peygambere gelerek vaziyetlerini anlattıklarını biliyoruz. Onların hata edip, günah işlemeleri hiç bir zaman hadis rivayetinde hile yaptıkları anlamına gelmez. Herkes gibi onlar da unutabilir, yanılabilirler. Ama kasıtlı olarak Hz. Peygambere yalan söz isnad edemezler Sahabeyi sahabe yapan onların masumluğu günah işlememesi değil işlediği günahlara karşın Hz Adem gibi pişmanlık duymalarıdır. Sahabe döneminde içki içenler olmuş, mevzi de olsa zina yapan ve hırsızlık yapanlar olmuştur. Bunlar bunun akabinde Hz peygambere gelerek suçlarını itiraf etmiş çok pişman olmuş kendilerinin cezalandırmalarını talep etmişlerdir. Günahlarının cezasını dünyada çekip öbür tarafa bırakmak istememişlerdir. Bu tür olumsuzlara bulanmış sonra cezasını kendi isteği ile çekmiş üç beş olayı geçmeyecek sayıda hadise yaşanmıştır. Cahiliye geleneğinden gelen onca insan İslami terbiye sürecinde ortaya çıkan üç beş kişinin davranışlarında tabi ki bizler için önemli mesajları içermektedir. Bugünün insanları işledikleri çok büyük günahları bile saklamakta onun için her hangi bir müeyyideyle karşılaşmamak için elinden gelen ne varsa yapmaktadır. Şu da bir gerçektir ki o dönemde yaşayıp kâinatın efendisini gerçek anlamda tanıyanlar çok şanlı bir nesildi. Peygamber gibi yüce bir insanı görmüşler onun sohbetlerinden geçmişler, onun her sözüne şahit olmuş bunlardan hangilerinin ibret için söylendiği, hangilerinin altında sünnetin yattığını öğrenmiş, hiçbir detayı kaçırmamak adına her sözü sorgulamış, O’nun arkasında ibadet etmişler islamı hep beraber yücelere taşımış akıl ve hayallere sığmayacak  güzellikleri ve acıları hep beraber yaşamış bir guruptur. Nasıl ki sahabe, Müslüman olmadan evvel anlayamadıkları yani ikna olamadıkları bir şey karşısında, hemen silaha sarılıp peygambere karşı harb etmişlerdir. Fakat gerçekleri görüp ikna olunca yani Müslüman olunca da, hemen onu savunmak için mallarını, canlarını ve çocuklarını ortaya koymaktan kesinlikle çekinmemişlerdir... Oysaki onlar anlayamadıkları, iç yüzünü kavrayamadıkları, kısaca bilemedikleri bir din ya da inanç adına bunu yapmamışlardır. Tam aksine şuurunda oldukları bir inanç için yapmışlardır.

Evet, sahabe şeriatla ilgili bir takım müşkülat ve meseleleri Hz. Peygamberden  sormuşlardır. Fakat bütün bu sordukları şeyler amelî olan yani nasıl tatbik edileceği ile alakalı olan şeylerdi. Yoksa itikada bağlı şeyler, değildi. Nitekim Abdullah b. Abbas (r.a.) şöyle der:

"Peygamber (s.a.v.)'in ashabından daha hayırlı bir topluluk görmüş değilim. Onların HZ. Peygamber (s.a.v.)'e, vefat edinceye dek sordukları onüç soru Kur'ân'da yer almaktadır.

Bu sorular; kadınların ay halinden, haram aylardan, yetimlere ait hüküm v.b. meselelerden  ibaretti. Nitekim  bu ayetlerde "Sana hayız dan sorarlar, sana haram aylardan sorarlar, sana yetimlerle ilgili sorarlar..." diye buyrulmuştur. Onlar sadece kendilerine yararlı olan şeyleri soruyorlardı" (. İbn Kayyım el- Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkîn, 1/71. )

"Miftahu's-Saâde" adlı eserin yazarı derki: "Hz. Peygamber (s.a v.) döneminde sahabe tek bir akide üzereydiler. Çünkü onlar bizzat vahiy dönemini yaşadılar. Doğrudan doğruya Hz. Peygamberin sohbetinde bulundular. Dolayısıyla kendilerinden şüphe ve vehim denen şeyi önlemiş oldular..." (Miftâhu's-Saâde, 2/162.)

İbnu'l-Kayyım da şöyle demektedir: "Sahabe birçok ahkâm meselesiyle ilgili tartışmalarda bulunmaktaydılar. Fakat sadece ahkâm ile ilgili meselelerde tartışıyorlardı. Kendileri mû'minler önde gelen isimlerinden oldukları kadar, iman yönünden de mû'minlerin en mükemmelleriydiler. Fakat yüce Allah'a hamdolsun ki sahabe, hiçbir vakit yüce Allah'ın isim, sıfat ve fiilleriyle ilgili olan tek bir meselede tartışmamışlardır."( İbn Kayyım el- Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkîn,1/49 ve Makrizî, el- Hıtât, 4/180)

Dost ve arkadaşlarını bizlerden çok iyi tanıyan ve bilen Hz Peygamber onlarla ilgili şu sözlerini boşuna söylememiştir.

 “Nesillerin en hayırlısı zamanımda yasayanlardır. Sonra iman ederek onları takib edenler ve onları da takib edenlerdir” (Ahmed b. Hanbel Müsned No:3594 K 26, B:1)   

Asr-ı saadet İslam tarihinin altın sayfasını oluşturmuştur. O asır kadar bereketli, ahalisi güçlü, kuvvetli, cihada karşı samimi ve dogru, Allah yoluna yapılan da'veti yeryüzünün her köşesine yaymıs bir asır daha görülmemistir.

Bu dönemde hafızlar her tarafa yayılmıs, tabiîn gençleri sahabilerin bulundugu yerlere giderek onlardan hadisler ezberlemis, sünneti kaybolmaktan kurtarmışlardır, onları takip eden diger gençler de Tabiî'nin Ashab'tan hadis nakledenlerine giderek onlardan hadis alıp ezberlemislerdir. Böylece sünet emaneti Mâlik, Ahmed ve diger tedvin ehli olan zatlara ulastırılmıstır. Allah'ın kitabından sonra müslümanların en degerli ve kıymetli varlığı sünnetin bugünlere ulaşılması sağlanmıştır. Bütün bunlarla sahabe ve cocukları dünyanın en güçlü devletini oluşturmuş, islamı Asya, Afrika ve Avrupaya kadar götürmüş oralarda islam devletleri kurulmasını sağlamışlardır.

 Sahabe hayatını inceleyip onların insan olmaktan kaynaklanan kusurlarını tespit edip onları gözden düşürmeye calışan bir mantık ile Kuran-ı kerimi bir şey öğrenmek ve ibret almak niyeti ile değil de, içinde görmek isteği celişkileri ortaya cıkarmak ve kuran a iftira atmak amacıyla inceleyen bir papaz arasında bir fark bulunabilir mi? Bugün dünyanın her tarafında ezan sesleri duyuluyor ise hepsi onların ektikleri tohumların meyvesidir. Şimdi yirmibirinci yüzyılda, bin dörtyüz küsür sene önce yaşamış onca hizmeti ve şahsiyetli geçmişleri olmuş insanların kusurları nelerdi, nerde yanlış yaptılar? Onları nasıl karalayabilirim? Tarih kitaplarında bir ipucu bulurda onu asıl mecrasından uzaklaştırıp çok farklı anlamlar çıkarmasını sağlarım da bunları önçe inananların gözlerinden düşürüp güveni sarsarım. Sonra da onların bize ulaştırdıkları bilgileri değersiz kılarım düşüncesi ve fitnesi ile yatıp kalkan altniyetlerin var olduğunu bu amaçla yazılmış kitapları incelediğiniz zaman çok açık ve net görebiliyorsunuz. Hem onların amaclarını öğreniyor hemde bu niyetler uğruna ne yalanlar, iftiralar ve iğretiler üretildiğini fark ediyorsunuz.

İslamın tamamlanması 23 yılda olmuştur.  Bu sürecde peygamberimizin etrafında olan insanların eğitimi islama ısındırılması bir takım alışkanlıkları kazandırılması ve bu esnasda kişilerin genele ya da Hz Peygamberimize yönelik kusurları anında Allah ın ikazına sebep oluyordu. Bunu fark eden muhataplar tövbe ediyor bir daha bu hatayı yapmamak üzere kendini frenliyordu. Bir başkası başka alanda hata yapıyor yine uyarılıyor ve muhataplar ayağını buna göre denk alıyordu. Cehaletin cukurundan kurtulan bu insanlar yirmi üç yıl içinde insan olmanın vasfını iyice kazanmışlardı. Bu sürecin içinde iyi niyetli olmayan ancak islamı kabul etmiş görünüp inananların arkasından düzen kuranlarda vardı. Bunlar savaş esnasında inananları yanlış yönlendirmeye kalkıyorlar, savaşın tam ortasında savaş alanını terk edip gidiyolar,  farkı aileleri birbirine düşürüp nifak cıkartıyorlardı. Bunlarda Hz Peygambere bildiriliyordu.  Hatta bunlarla ilgili münafukın suresi nazil olmuştur. Sürecin bütününde hata yapa yapa öğrenen sahabe olduğu gibi sürekli fitne cıkaran münafıklarda bulunmaktaydı. Bunların daha sonraları İslam toplumundan kovulduğunu biliyoruz. Bu ayırımı yapamayan ya da yapmak istemeyen münafıkları sahabeden birileri olarak niteleyen, bu süreci tersine cevirmek isteyen adı Müslüman olan insanları da unutmamak gerek. 

Bu konuyu iyi kullanan uydurma tarihin mimarlarından olan ve bugünkü Şiilerin sahabe nesliyle ilgili en güvendikleri isim  yalancılığı ile tanınan Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî ve oğlu gibileri bunları meşhurlarındandır. İbnül Mutahhar lakabıyla anılan Şiilerin meşhurlarından olan kişi “Minhacül Kerâme” isminde bir kitap yazmıştır.

 El-Kelbî, sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili rivayetlerin de sahibidir. Sahabe kusurları ile alakalı yazdığı kitap, şianın sahabe hakkındaki ana kaynağıdır ki, bunun büyük bir çoğunluğu yalanlarda doludur. Diğer kısımları ise tahrif edilmiştir. Şiilerin sahabe ile ilgili inanclarını oluşturan yalan ve tahriflerden oluşan bu görüşlerin sahipleri, Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibilerdir.  Şiiler görüşlerine delil olarak Hişam el-Kelbî'nin eserlerini gösterirler. Hâlbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır. İbn-i Hibban, Tebuzeki, Hemam: El-Kelbî,’nin sebe olduğunu ve kendisinin “Ben Sebeîyim” dediğini işittiklerini söylüyor. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır.
İbn-i Hibban, Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır demektedir.
Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor:
Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor:
Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor:
Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim:
Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim.

Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında ,
“İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.”
Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor.
İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor.
El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de:
“Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor.
İbni Hibban da şöyle diyor:
“Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.”
İkincisi:
Doğru olan rivayetlerdir. Bu tür rivayetlerde ashabın noksanlıklarına dair haberlerdir ki onlardı cahiliye döneminden kopup İslam neferi haline dönme safhasında ki yalpalanmalardır. Bir kısmı da mazeretleriyle alakalıdır..

Bu yalancıların rivayetlerinde asil ve şerefli ashab ve tabiîn nesline hücum edilerek cihadlarını yerilmis, iyiliklerini çirkinleştirmeye çalışılmış, yüce ahlâklarından dolayı kesbettikleri faziletlerini inkâr edilmiş, öyle ki, onlarla savaşan küfür ehlini hayrete düşürecek şekilde iyiliklerini kötülüğe çevirmiştir. Bu şaşkın hareket o kadar ileriye gitmiştir ki, Müslümanlar İspanyanın idaresini ellerinde tuttukları sırada, papazlar İbn-i Hazm ile münakasa ederlerken Şiacıların bu hareketlerini ileri sürmüşler Kur'ân'ın tahrif edildiğini iddia etmeye kalkışmışlar ve bu iddialarını inananlara karşı kullanarak dinden soğumasını sağlamışlardır. Gerek hz peygamber dönemde gerek sonraki iki asır da islama hizmeti dokunmuş kişi ya da kişiler yoktur ki, bunların hücumuna uğramayıp iftira ve yalanlarına hedef olmasın. İşte bu tür iğrenç oyunların etkisinde kalmamak için, her müslümanın bu tür rivayetlere itibar etmemesi, gösterdikleri kaynaklara aldanmaması, her söyledikleri şeyin arkasında bir iftira, yalan ve hilenin saklı olduğunu görmesi gerekir.

Bu cercevede asırlardır oluşturulan görüşlerden örnekler vermek gerekirse;

İlk üç halifenin itikadi yönden küfürde olmasalar bile amel olarak küfürde olduğu görüşünden tutunda onlara put dendiği hatta kâfir olduğu çeşitli kaynaklarında sayılmaktadır.  Ebubekir (r.a.) ve Ömer (Hâşâ!) Münafık, Rasûlullah'a gizliden düşman, imkânları nisbetinde dini bozan kişiler  şeklindeki sözlerden tutunda, Hz Ebu Bekir’in aslında zengin değil fakir biri olup onun cömertlhiği ile ilgili anlatılanların doğru olmadığını, Hz peygamberimiz hicret esnasında onu yanına arkadaş olarak değilde putpereslere haber verir endişesi ile yanına aldığını, bazı kaynaklarında da Hz Ebu Bekir’in Hz Peygamberin yerini söylemek için gizlice arkasını takip ettiği, çok korkak birisi olduğunu,  Hz Ömer’ bilinçli bir şekilde Hz Ali nin hakkının gasp edilmesini sağladığını, uhut savaşında Hz Muhammedin kafirlerce öldürülmesini sağlamak için yerini gösterdiği, onun oğlan hastalığına müptela olmuş birisi olduğunu, Hz Fatımanın  kapı arkasına sıkıştırarak ölümüne sebep olduğunu, bağırıp cağırdığı kadar cesur ve adam olmadığı,  iddialarından bir kacıdır.

Osmanın, ehil olmayanları ve akrabalarını iş başına getirdiği,  hatta onlardan bazılarının fâsık ve hâin olduklarını, bunların fiileri ile ilgili sayılamayacak kadar söylemlerinin bulunduğu bilinmektedir

Talha nın zengin olduğu doğru dürüst zekât vermediği, Hz Ali kendisine valilik vermediği için onu terk ettiği, Hz Peygamberimizin hanımı Hz Ayşeyle evlenmek istediği, “ O bizim hanımlarınızla evlendi biz de onun hanımları ile evlenelim”  gibi edebe sığmaycak yakıştırmalarla anlatıldığı, Cemal Vakasında HZ. Talhaya Hz Ali’nin beddua ettiğini ve o anda öldüğünü söylemektedirler

Peygamberimizin hanımı ve göz bebeği Hz Ayşe’nin iffetinden şüpheye düşecek haberler yapıldığı, onun peygamberimizin hanımı olmasının ötesinde hiçbir değerinin olmadığı, Peygamberimiz nikâhının feshi için torunlarına yetki verdiği ve bu yetki ile boşanmasının sağlandığı,

Ebu Hüreyre’nin yalancı bir Yahudi olduğu, çok hadis rivayet ettiği ve valilik yaptığı dönemde halkı soyup zengin olduğu için Hz Ömer tarafından dövülerek kafasının kırıldığı anlatılmaktadır. Aynı kişilerle ilgili başka iftiralar olduğu gibi diğer cennetle müjdelenen sahabeler ile islama hizmeti dokunan bütün sahabe ile alakalı çok çirkin iddialar mevcuttur.

Hakiki İslam tarihi sayfalarında bunlardan hiç birinin anlatıldığı gibi olmaması bir yana söz konusu kişilerin hayatları etrafındaki insanların onlarla ilgili söylemlerine bakıldığında bütün bunların yalan ve iftiradan başka bir şey olmadığını ortaya cıkmaktadır. Aslında sahabeye ve ilk üç halifeye bu kadar saldırılmasında onlar acısından yanlış bir tarafı yoktur. Çünkü sahabe yok edilemezse yalan üzerine kurulmuş bir akide neyle ayakta tutulabilir ki? Çünkü onlar islamın ve peygamberimizin nasıl anlaşılması gerektiği konusunun tek canlı tarihi ve şahididir.

Şimdi bu iftira ve yalanların aslını araştıralım

Kişileri bir biriyle kıyaslama doğru bir şey değildir. Çünkü her birisinin diğerinden farlı diğerine göre üstün yada zayıf tarafları vardır. Eylemlerini bile kıyaslamak doğru değildir. Çünkü her birisi diğerine göre farklı zamanlarda görev yaptıkları için şartları farklı farklıdır. Buna rağmen söz konusu güzel insanların hayatları kısaca incelendiğinde, Hz. Ebubekir'in yönetiminde nassa aykırı hiçbir eylemi olmadığı görürülür.  Hatta Şiilerin iddia ettikleri fedek arazisi üzerine koparılan tufanın arkasında bile onları haklı kılacak bir şey yoktur. Çünkü Hz Ebu Bekir  ve diğer halifeler şer'î hükümleri nasıl uygulayacağı konusundaki delileri  Hz peygamberden almışlardır. Halife Ebubekir Es-Sıddık (r.a.) bir şeyi kesin olarak bilemediğinde de Ashabı- Kirama sorardı. Hatta ninenin mirastaki payını Ashaba sormuştur. Onlar da Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) nineye altıda bir verdiğini kendisine bildirmiş o du bunu uygulamıştır. Diyecekler ki diğer peygamberler kendi yakınlarına miras bırakmadı mı? Onların bıraktığı miras sanıldığı gibi bağ bahce değildir. İlim mirascısı ve varisleridir. Yani bu tezi savunanların tutunacak hiçbir dalı yoktur. Yalan ve iftiradan başka. Bakınız o günün şahitleri söz konusu kişi hakkında ne diyor. Ebu Davud'un, Kitabüz-Zühd'te sahih bir senedle Hişam b. Urveden rivayet ettiğine göre Hişam, babası Urve'nin: Ebubekir (r.a.) İslâmı kabul ederken kırkbin dirhemi olduğunu kendisine haber verdiğini beyan etmektedir. Urve diyor ki: Aişe (r.a.), Ebubekir  (r.a.) vefat ederken ne bir dinar ve ne de bir dirhem bıraktığım, bana haber verdi, diyor. Usame b. Zeyd b. Esleme'den gelen bir başka rivayetle, Ebubekir'in ticaretle tanındığı, Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bisetinde kırkbin dirhemi olduğu, hicret ederken bundan ancak beş bini kaldığı, onu da aynı şekilde Allah yolunda harcadığı, Ebubekir'in, parasıyla köle azad edip, durmadan müslümanlara yardım ettiği beyan edilmektedir. )

Zahitliği bir türlü hazmedilemeyen Hz.Ebubekir’in insanların en cömertlerindendi. Ticaret yaptığı malının tümünü Allah yolunda infak etmiş bir tek abası kalmıştı ki, yere oturunca onu altına sererdi. Ebubekir (r.a.), halife olunca da, ne bir câriye ve ne de bir mülk edindi.
Halife olunca da nafakasını temin etmek için omzuna elbise alır, çarşıya gider ve onları satardı. Muhacirler onu bu halde görünce, beytül malden günde iki dirhem almasını istediler. Bunun üzerine Ömer (r.a.), Ebu Ubeyde'ye yemin vererek bunun caiz olup olmadığını sorunca, Ebu Ubeyde caiz olduğunu söylemiştir. İbn-i Zencüveyh (İbn-i Zencüveyh, Hümeyd b. Mahled olup güvenilir olduğu sabittir. Kendisi hadiste hafız olup H. 247 de vefat etmiştir. ):

Ebu Bekir (r.a.) bütün malını infak etmesine karşın Hâlbuki ondan başkası, mal mülk edinmiştir. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz.Osman'ın (r.a.) uygulamalarında ufak tefek hata olmuşsa da Hz Ali'nin  (r.a.) ki her ikisininkinden daha fazla olmuştur. Mesela:
Ali (r.a.), kocası vefat ederken hâmile olan kadının “eb'ad'ül eceleyn” iddet beklemesine hükmetmiştir. Hâlbuki Buhari ve Müslim'de rivayet edilen ve Subey (r.a.) ile ilgili olan hadiste beyan edildiği gibi hâmile doğurur doğurmaz nikâhının kıyılması helâl olur.
(Eb'ed'ül-eceleyn: Hâmile kadının kocası vefat ettikten sonra, hamilenin veladetiyle vefat arasındaki zaman dört ay on günden az ise, kadının o müddeti dört ay on güne tamamlanmasına eb'ad'ül-eceleyn denir. Aslında doğru ve râcih olan görüş, kocası vefat eden hamilenin doğum yapar yapmaz nikâhının helâl olmasıdır. Koca bir gün önce vefat etse de bu böyledir. )
Şafiî, (Allah Ona rahmet eylesin) Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un nasslara aykırı olan hükümleriyle ilgili olarak bir kitap derlemiştir.
Şâfiîden sonra Muhammed b. Nasr el-Mervezî de Ondan fazlasını toplamıştır. Mervezî Kûfelilerle münakaşa ettiğinde onlara delil olarak nass getirmesine rağmen Kûfeliler:
“Biz Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'un görüşleriyle amel ederiz” diyorlardı.
Bunun üzerine Mervezî bizzat Kûfelilerin veya diğerlerinin terkettiği ve Ali (r.a.) ile İbn-i Mes'ud'un görüşü olan bazı meseleleri toplayarak onlara şöyle dedi:
“Size topladığım bu meselelerde Ali (r.a.) ve İbn-i Mes'ud'a muhalefetiniz caiz ise nassa aykırı olan diğer meselelerde de onlara muhalefet etmeniz gerekir.”
 Onların bu uygulama hatalarında hâşâ Allah ın hükümlerine karşı gelip reddettiklerini düşünmek ne kadar sacma. Ayetleri anlama farklılğından ictihat farklılığından başka bir şey değildir. Onlar amelen küfür içinde asla değillerdir. Ama görüldüğü gibii herkezde bir yanılgı olabilir. İyi niyet cercevesindeki bu yanılgılar onlara zem etmeyi gerektirmez. Haricilerin Hz Ali ile alakalı görüşleri çok bilindiktir. Hz Ali yi küfürle itham ettiklerinden onun ölümüne sebep olmuşlardır. Bu sapkın görüşün nasıl ki bir haklılığı yoksa Şiacıların da diğer sahabe ile alakalı sapkın görüşlerinin hiçbir geçerliliği ve haklılığı yoktur. Buradaki amac hz Ali nin halifeliği süresince ne kadar hata yaptığını göstermek değil, hatanın insan için var olduğunu ilk üç halife ve diğer sahabenin hata yapacağı gibi, Hz Ali nin de hata yaptığının bilinmesidir. Ona ayrıcalık tanıyıp diğerlerini saldırı merkezine oturtmak pek adil değildir.

Ali (r.a.) halife olmasıyla birlikte  akrabalarından olan İbn-i Abbas'ı Basra'ya, Ubeydullah b. Abbas'ı Yemen'e, Kuşem ve Ma'bed adlı Abbas'ın iki oğlunu Haremeyn'e, kız kardeşinin oğlu Ca'de b. Hübeyr'i Horasan'a, Hanımının oğlu ve Muhammed b. Ebibekir'in kardeşini Mısır'a vali olarak tayin etmiştir.

Ali'nin (r.a.) İslâmın yayılmaya başladı dönemlerde fakir olduğunu, durumunun giderek düzeldiğini, mezra ve hurmalıklara sahip olduğunu, vefat ettiğinde ondokuz câriye ve dört hanım bıraktığını söylemektedir. Şüreyk, Asım b. Küleyb'den rivayet ettiğine göre Muhammed b. Ka'b El-Kurazî şöyle diyor:
“Ali (r.a.), Ben, Rasulullah devrinde açlıktan mideme taş bağlardım. Fakat bugün malımın zekâtı kırkbin dirheme ulaştı” diyordu. İbrahim b. Said El-Cevherînin (İbrahim b. Said el-Cevherî, hadiste hafız olup, Müsned'i vardır. Hicrî 249 da vefat etmiştir. ) rivayetine göre de:
Dört bin dinar'a ulaştığını, söylediğine dair beyanı vardır. Ebu Bekir (r.a.) ve Ali (r.a.) her ikisi de zâhid olmalarına rağmen görülüyor ki biri infakta diğerine nazaran daha ileridir. Ömer (r.a.) de, zâhidlikte Ebubekir'in (r.a.) yolunu takib etmiştir. Ebu Ubeyde ve Ebu Zerr dahi bu hususta Ebubekir'in yolunu izlemişlerdir. Ama bir kısım ashab mal edinerek dünyadan istifade etmişlerdir.
İbn-i Hazm; Ali'nin (r.a.) gelir getiren arazilerinden biri Yenbu arazisi olup, her sene ekininden başka, bin deve yükü hurma getiriyordu, diyor.
Zühd; ses çıkarmamak, mal ve lezzetleri arzu etmemek, çoluk çocuğa meyletmemek mânâsına gelir. Bundan başka zühdün hiçbir mânâsı yoktur.
Ali'nin (r.a.)  bu icrati hiçbir zaman ehliyetini, zühdünü ve yüceliğini küçülmemiştir. Böyle bir iddiası olan kimse de olmamıştır Ali  (r.a.), kendisine helâl olanlardan istifade etmiştir. Vefat ettiğinde zevceler, cariyeler ve hizmetçiler bırakmıştır. Hatta kızlı erkekli yirmidört çocuğu olup, hepsine de yetecek kadar mülk terketmiştir. Bu tarihin bize ulaştırdığı bilgilerdendir. Doğrusunu Allah bilir.
Hz Ali’nin Cemel vakasında Hz Talha yaralanmasına çok üzülmesi Ağlayarak yanına gitmesi mübarek elleri ile, toprağı yüzünden silmesi, başını kolları arasına alarak, geçmişi yâd edmesi ve Hz. Peygamberimizin yaşadığı dönemde bulundukları orytam ile alakalı söylediği bir sözü ona hatırlatması, Talha’nında anlatılanı hatırlayarak hak vermesi tasdik etmesi esnasında Ali nin gözyaşları içinde öbür âleme göçmesi Cenaze namazının da Ali tarafından kıldırılması gerceğini hangi iftira yok edebilir ki?

Bu gerçekler İslam tarihlerinde mevcuttur. Sahabe arasındaki bu tür diyeloglar bile Şiacılar tarafından değiştirip karalanıyor olması bu duygusal ortamı bir yalan ile ters yüz etmeleri başka bir ibretlik olaydır.

Yalanın nasıl fitursuzca kullanıldığını bunun için hiçbir sınır tamadığını her tarihi olayda görmek mümkün işte bir örnek daha. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in ölümüne yakın bir zamanda üsamenin yönetiminde yapılacak olan sefere Hz Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in katılmasını emir buyurduğunu idda etmektedirler. Hz Peygamberimizin,  “Üsâmenin ordusunu techiz ediniz”. Bunu defalarca tekrar etti. Orduda Ebubekir  ve Ömer de vardı. Rasulullah Ali'nin gitmesini istemedi, çünkü kendisinden sonra bu ikisinin halifelik üzerinde hak iddia etmelerini menetmek istedi. Fakat Ebubekir  ve Ömer (r.a.) Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlemediler.” Demekte ve her fırsatda bu iki sahabenin Hz Peygamberimizin emrini yerine getirmediğini iddia etmektedirler.

Oysa bu doğru bir haber değildir. Yalandır.  Tamamen uydurmadır.
Ebubekir (r.a.) kesinlikle Üsame'nin ordusunda değildi. Ömer (r.a.)'in orduda bulunduğuna dair yalnız bir tek görüş vardır. Gerçek ve tevatürle sabit olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığı esnasında vefat edinceye kadar Ebubekir'i (r.a.) namazı kıldırmak için yerine imam olarak tayin etmesidir. Hatta Rasulullah'ın vefat ettiği günün sabah namazını Ebubekir (r.a.) kıldırmıştır.
Vefatından bir müddet önce Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hücre-i saadetinin perdesini kaldırıp, ashab-ı kiramı Ebubekir'in (r.a.) arkasında saf bağladıklarını görünce çok sevinmiştir.
Hâl böyle iken Ebubekir (r.a.) yola çıkmış olan Üsame'nin ordusunda bulunması mümkün mü?
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ali'yi (r.a.) halife yapmak isteseydi bu iki zat Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) emrine nasıl mâni olabilirlerdi?
Üstelik bütün müslümanlar Allah ve Rasulüne itaat ederek bu nass'ı uygulayacaklardı. Kaldı ki, Rasulullah, Ali'yi (r.a.) imamete getirmek isteseydi hastalığı esnasında yada çok daha önceden Onu yerine vekil olarak tayin eder, hiç de Ebubekir'i (r.a.) namaz için vekil tayin etmezdi. Ama yine aynı Şiacıların kaynaklarında Hz Ebu Bekir in imamlık yapmasını peygamberimizin emriyle değil kızı Hz Aişe nin Bilali Habeşi yi yönlendirmesiyle oluştuğunu daha sonra bu imamlığın Peygamberimizin emriyle engellendiğini söylemekteler. Bu kadar yalan ve bu kadar delilsiz isnatsız uydurmalar, düz mantığı ala bora etme, doğruları ters yüze cevirme ve takiyye yaklaşımı ile hangi kulvarda fikir alışverişinde bulunabilirsiniz ki….?

Hz Ömer’le alakalı karalama kampanyası tarih boyunca sürdürülmüş halende devam etmektedir. Bunlardan bir tanesi de Hz. Ömer’in bilinçli bir şekilde İmametin varlığı ve halifelik hakkının nassla belirlenmiş olduğunu bilerek Hz Ali nin hakkının gasp edilmesini sağlayarak bu hakkın başkasının eline gecmesinine neden olduğudur.  Oysa Ömer (r.a.) Allah (c.c.)'ın en zekî kullarından biriydi. Yaptığı iddia edilen bu eylemin neticesinin ahiret hayatına nasıl yansıyacağını görmezden gelmesi mümkünmüydü?  Ömer (r.a.), Rasulullah'ın (s.a.v.) amcası oğlu ve ehl-i beyti olan Ali'ye (r.a.) hiç düşmanlık eder miydi? Böyle bir şey nasıl iddia edilebilirki? Kaldı ki Ömer, sâde bir hayat yaşamış, sâde giymiş ve adaleti tatbik için sabretmesini bilmiştir. Neymiş, Ömer Hz Ali yi kıskanmışda onun için yapmış. Kıskançlığı olsayda Karunlar gibi yaşamazmıydı? Kompleksi olsaydı etrafındakilerin tenkitlerini dinler haklı bulduklarını anında uygulamaya koyarmıydı? Makama düşkün olsaydı oğlunu yerine veliaht tayin etmezmiydi?

İçi akıllıca doldurulmamış kurguların nefreti malesefki hala devam etmektedir ki, Hz Ömer (r.a.) şehit eden ebu lulunun iranda şatafatlı bir mezarı hala dimdik ayakta durmaktadır... Uluslarası mezhepleri yakınlaştırma komitesinden bir bilim adamı bu resimleri İran’ın devlet yönetiminde ileri gelenlere göstermiş, iran devletinden bu zalimce tavırdan beri olduğunu ilan etmesini istemiştir, İran yönetimi ise "buna yetkimiz yoktur" diyerek bu kinin devamının sürdürmesine katkı vermeye devam ettiklerini göstermişler bu mezarı meşruluğuna bir anlamda desteklemişlerdir. Bu mezarın duvarında ebu bekr'e, ömer'e, osman'a lanet etmekteler ve onlara şeytan ve tağut demektedirler.

Bu tür iddiaları tabiî ki diğer meşhur sahabelerin hepsiyle ilişkilendirmişlerdir. Oysa bu kadar kirli buldukları insanların yönetimi ile Hz Ali ninkini kıyaslasalar farklık bir şey olmadığını görecekler. Ama bunu yapamamaktadırlar. Çünkü onlara göre  ilk üç halife ile, Hz.Ali nasıl yan yana getirilebilir ki..?                                                                                                                                   Bu dar görüşü bir yere bırakarak bazı hususlara dikkatli baktığımızda hakikatten ilk üç halife ile Hz Ali nin uygulamaları arasında fazla bir farkın olmadığını görüyoruz. Mesela Osman r.a.  ehil olmayanları ve akrabalarını iş başına getirdiği,  hatta onlardan bazılarının fâsık ve hâin olduklarını, bunların fiileri ile ilgili sayılamayacak kadar söylemlerinin bulunduğu bilinmektedir. Oysa Ali'nin (r.a.) valileri Osman'ın (r.a.) valilerinden daha fazlası kendisine hiyanet ve isyan etmişlerdir. Hatta bazıları Muaviye'nin tarafına geçtiler. Ali (r.a.), Ziyad b. Ebi Süfyan'ı tayin etmiş O da Hüseyin'e (r.a.) karşı savaşmıştır. Esteri ve Muhammed b. Ebibekir'i tayin etmiştir. Ayrıca, Ali (r.a.) de anne ve baba tarafından olan akrabalarını tayin etmiştir. Amcası Abbas'ın oğulları olan Abdullah, Ubeydullah, Kuşem ve Sümame'yi tayin ettiği gibi Mısır'a da üvey oğlu Muhammed b. Ebi Bekr'i tayin etmiştir. Osman (r.a.), akrabalarını tayin etmesi hususunda Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) misâl almıştır. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Attab b. Useyd el-Emevî'yi Mekke'ye, Ebu Süfyan'ı Mecran'a, Halid b. Saîd b. As'ı bir başka yere vali olarak tayin etmiştir. Hatta Velid b. Utbe'yi de “Bir fâsık size haber getirince” âyeti ininceye kadar vali tayin etmiştir.
Osman (r.a.): “Ben Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiklerinden veya onların kabilelerinden olanlardan başkasını vali olarak tayini etmedim.” Demiştir.

Bu iddialardan bir başkasının muhatabı  Ebû Hureyre ye yapılan yakıştırmalara gelince, bu kişi  Hz. Peygamber'in misafirperverliği ve cömertliği sayesinde yaşayan, Rasûlullah (s.a.s.)'ın mescidinde sadece ibadet ve ilimle meşgul olan Ehl-i Suffe'nin en ileri gelen siması idi. Hz. Peygamber'i büyük bir muhabbetle sevmiş, onun sünnetine uygun olarak yaşamış ve manevî yüce mertebelere erişmiştir (İbn Kesir, a.g.e., VIII, 108, 110). Buhâri ve Müslim'in naklettiklerine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: 'Siz, Ebû Hureyre'nin çok hadis rivâyet ettiğini söyleyip duruyorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle, Ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Hz. Peygamber'in meclislerinin birinde bulunmuştum; buyurdu ki: 'İçinizden kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz. 'Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Hz. Peygamber de sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o andan sonra ondan duyduğum hiçbir sözü unutmadım' (Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 159; Buhâri, İlim, 42). Yine Buhâri, ilim bahsinde, hadise olan tutku bâbında (nr. 33) Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini nakletmiştir: 'Ey Allah'ın Rasûlü, kıyâmet gününde senin şefâatine nâil olacak en mutlu kişi kimdir?' diye sordum. Rasûlullah buyurdu ki: 'Ey Ebû Hureyre, senin hadise olan aşırı tutkunluğunu bildiğim için, böyle bir soruyu senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyâmet gününde benim şefâatime nâil olacak en mutlu kişi Lâilâhe illallah diyen kimsedir.'

Hoşsohbet, temiz ve ince duygulu, saf gönüllü idi (Zehebî, Tezkire, 1, 33). Emirlik ve valilik ona kibir vermedi. Üstelik alçak gönüllülüğünü arttırdı. Medine valisi Mervan'a vekâlet ettiği sıralarda, üzerine semeri bağlanmış bir eşekle, hurma lifinden örülmüş bir başlık başında olduğu halde çarşıya çıkar ve, 'Savulun emir geliyor!' dermiş (İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960, IV, 336

Hz. Peygamber ile nisbeten kısa sayılabilecek bir süre birlikte olmasına rağmen, onun hadislerini bu kadar büyük bir sayıda elde edebilmesinin sırrı ve sebebleri şöyle açıklanabilir:

Hz. Peygamber ile sık sık görüşmesi ve ona hiç çekinmeden her çeşit sorular sormasıdır (İbn Hacer, a.g.e. IV, 206). İlme olan tutkunluğu ve Hz. Peygamber'in ona bildiğini unutmaması için dua buyurmasıdır. El-Hâkim en-Nisâbûrî, Müstedrek'te (111, 508)
Ebû Hureyre'nin büyük sahâbîlerle görüşmesi, peygamber efendimizden sonra kırk yedi yıl yaşaması nedeniyle diğer sahabelerce duyulan bilinen hadisleri de onlardan alması, bunları yaymakla meşgul olması ve bu sayede ilminin artıp ufkunun genişlemesidir. (İbn Hacer el-Askalâni, el-İsâbe, IV, 204). Hz. Muhammed Ebû Zehv, el-Hadis, ve'l-Muhaddisûn, Kahire 1958, 134.)
Bütün bunların neticesinde Ebû Hureyre, Sahâbe içerisinde hadisi en iyi bilen, hadis almada ve rivâyet etme hususunda diğerlerinden daha üstün bir duruma gelmiştir. Onun rivâyet ettiği hadisler, diğer sâhâbilerde veya birçoğunda dağınık halde bulunuyordu. Bu yüzden onlar Ebû Hureyre'ye başvuruyor, hadis rivâyetinde ona dayanıyorlardı. İbn Ömer, onun cenaze namazında, ona Allah'tan rahmet dileyerek, 'Hz. Peygamber'in hadisini müslümanlar adına muhâfaza ediyordu' demiştir.

Ebu Hüreyre’nin tenkit edilmesinin en büyük sebeplerinden bir ikisi örneklendirmek gerekirse;

Bazı kişiler dini keyfi ve arzulara uygun bir bicimde yorumlamasına engel olan, dine yönelik hile ve tuzakları sonuçsuz bırakan bir kısım hadislerinden kurtulmak istemektedir. Bu saldırıların yönü yalan ve zayıf rivâyetlere veya anlamını tam manasıyla anlayamadıkları bazı sahîh hadislere dayandığı görülmektedir. Bundan başka, Ebû Hureyre Hz. Peygamber'den duymayıp diğer sahabeden duyduğu bir hadisi kendisine rivâyet eden şahsın ismini vermeyerek, Hz. Peygamber'den kendisi duymuş gibi rivâyet ederdi. Bu davranışı bazı kişilerce garip karşılandı.  Ayrıca, Hz. Peygamber'den naklettiği hadisleri halka öğretmeyi, ilmi gizlemenin günahındân kurtulmak için, kendisine bir görev sayıyordu. (Buhâri, İlim, 43). Bu anlayış onu her öğrendiğini başkalarına anlatmaya yöneltmişti. Öyle ki anlattığı hadis sohbet ettiği ortamda bulunanların işine yarasın yaramasın fıkıh konusu dışınada kalsın kalmasın her şeyi herkese öğretmek istiyor, bu yönde calışmalarda bulunuyordu.  Devrin Halifesi Hz. Ömer içinde bulunduğu ortam gereği, halkın herşeyden önce Kur'ân ile meşgul olmasını, ameli konuların dışında kalan hadisleri az rivâyet etmelerini, halkı yersiz bir tevekküle götürecek ruhsat hadisleriyle, halkın anlayamayacağı müşkil hadisleri halka rivâyet etmeyi uygun görmüyordu. Bundan başka çok hadis rivâyet edenlerin, rivâyet sırasında hata yapabileceklerinden ve benzeri şeylerden de endişe ediyordu. Bütün bu sebeplerle, Hz. Ömer sahâbîleri çokça hadis rivâyet etmekten alıkoymuş, Ebû Hureyre'ye de ağır konuşmuş ve onu Devs'e sürmekle tehdid etmiştir. Çünkü Sahâbe içerisinde en çok hadis rivâyet eden oydu. İbn Kesir bunu naklettikten sonra şöyle der: 'Bildirildiğine göre Hz. Ömer (r.a.) daha sonra Ebû Hureyre'nin hadis nakletmesine izin vermiştir (İbn Kesir, a.g.e., VIII, 106; M. Ebu Zehv, a.g.e., 159). Hatta İbn Ömer daha sonraları şöyle demiştir: 'Ebu Hureyre benden daha hayırlı ve naklettiğini daha iyi bilendir.' Cennet'le müjdelenenlerden biri olan Talha b. Ubeydullah da: 'Şüphe yok ki Ebû Hureyre Hz. Peygamber'den bizim işitmediğimiz hadisleri işitmiştir' demiştir (el-Hâkim en-Nisâbûrî, a.g.e, III, 511, 512). Mervan'ın sekreteri Ebû Zualza'a da Ebû Hureyre'nin hadis rivâyetinde ne derece güçlü olduğunu gösteren şu haberi nakleder: 'Mervan, Ebû Hureyre'yi Saray'da hadis rivâyet etmek için dâvet etmişti. Mervan beni divanın arkasına oturtmuştu ve ben de Ebû Hureyre'nin naklettiklerini gizlice yazıyordum. Ertesi yıl yine onu dâvet etti ve ondan hadis rivâyet etmesini istedi. Bana da bir yıl önceki yazdıklarımdan takip etmemi tenbih etti. Neticede, onun bir tek kelime bile değişiklik yapmadan rivâyet ettiğini gördüm (İbn Kesir, a.g.e., III, 106; M. Ebû Zehv, a.g.e., 162-164).
Bütün bunlarla birlikte Ebû Hureyre'nin rivayet etmediği ancak ona dayandırılan uydurma hadislerde bulunduğu bir gerçektir. O kimsenin hatırı için hadis uydurulamayacağını bunun karşılığının  “Kim bilerek bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın” hadisinin muhatabı olacağını biliyordu. Çünkü bu hâdisin râvîlerinden birisi de kendisidir.  Birçok toplantılarında hadis rivâyet etmek istediğinde bu hadisi zikrettiği sâbittir. Sahâbiler, onun hadis rivâyetindeki üstünlüğünü kabul ettiler ve ondan hadis naklettiler. Hz. Ömer, Osman, Talha, İbn Abbâs, Âişe, Abdullah b. Ömer ve diğerleri (r.anhum) bunlardandır (Hâkim en-Nisâbûrî, a.g.e., III, 513; İbn Kesir, a.g.e., VIII, 108). Bu da onların, Ebû Hureyre'nin güvenilirliği ve doğruluğu hususunda ittifak ettiklerini gösterir. Diğer taraftan, Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiği hadislerin çoğunun, başka sahâbîler tarafından da nakledildiği görülür (M. Ebû Zehv, a.g.e. 160, 161).

Görüleceği gibi sahabe ufak tefek hatalar da işleyebilen aynı zamanda da peygamber efendimiz arasındaki ilişkilerde son derece nezih nezaketli, saygılı, fedakâr, bir diyelog görürüsünüz. Bir sahabenin yaptığı hataya karşı bütünü birden tepki verir, yanlışı ortak olarak telin ederlerdi. Yani bu topluluk öyle üsten tutma gercek dışı iftira ile kirlenip paslanabilecek bir yapılanma değildi.

Bütün toplumlarda olabileceği gibi İslam toplumlarında da bir homejenlik yoktur. Kabiliyetleri, anlayışları, düşünceleri, Allah a yakınlıkları farklı farlıdır. Dünya ve ahret görüşlerinde birleştikleri noktalar olabileceği gibi ayrı noktalarıda bulunmaktadır. Şiiler arasındaki yapılanma da da böyledir.
Günümüz ve geçmiş şia âlimlerinin hepsini bir görmek aynı katagörüde değerlendirmek çok büyük haksızlık hemde büyük bir iftira olur. Hakikate farklı gözlükle bakan bu Ali sevdalılarının eserleri söylem bicim ve şekilleri görüşlerinin birçoğu ehlisünnetle örtüşmektedir. Onlar hakikate bakarken bu düşünce şia anlayışına uygun mu? Değil mi? mantığı ile konuya yaklaşmazlar. Gerceği söylemekten de çekinmezler. Ali yi hakiki anlamda seven onun gibi onurlu olmalıdır. Onurun, şahsiyetin, adaletin, tüm güzel vasıfların timsali ne diyor bir bakalım.

Bu iddiaların muhatabından sayılan oysa sürecin hiçbir yerinde içinde olmayan o muhterem zat Mü'minlerin Emiri Ali radıyallahu anh, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in sahabilerinden bahsederek şöyle der:                                                                                                                            “Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabilerini gördüm. Sizlerden hiç birinin onlara benzediğini göremiyorum. Gündüzü saçları başları dağınık ve toz toprak içinde geçirirler, geceyi de secde ederek ve namaz kılarak geçirirlerdi. Dönüşümlü olarak alınlarını (secdeye) ve yanaklarını (yastığa) koyarlardı. Ahiretlerini düşünmekten ateş üstünde durur gibiydiler. Secdelerinin uzunluğu nedeniyle gözlerinin arasında (alınlarında) izler oluşurdu. Allah anıldığında gözlerinden yaşlar akardı. Öyle ki, göğüsleri ıslanırdı. Azaptan korkarak ve sevabı umarak, fırtınalı günde ağacın sarsıldığı gibi sarsılırlardı." Nehcu'l-Belâğa; Tahkik: Dr. Subhi es-Salih; Daru'l Kütübi'l Lübnani baskısı, Beyrut; sf. 143. Seneler sonra Hz Ali nin vaazlarından yola cıkarak Tarihte yalancı olarak bilinen iki şii tarafından toparlanmış olan bu kitap Şiilerin en itibar ettikleri kitap olmasına rağmen toparlayanlar bazı gercekleri kamufle edemedikleri burada görünmektedir. Ama bugünün bazı şiacıları bunu da kamufle etmesini bilmişlerdir.

Hz Ali nin böyle gördüğü Sahabenin Hz. Ali ve evladına karşı düşman olarak yaşadığı iftirasını ellerinden geldiğince canlı tutmaya çalışan bir anlayış ile hz Ali arasında nasıl bir alaka kurulabilir ki? Onlar, Hz. Ali kardeşçe, birbirini severek ve birbirlerine yardımlaşarak yaşamışlar ve aynı şekilde de vefat etmişlerdir. Allah’ın onlardan ve onların da Allah’tan razı oldugu Muhacir ve Ensar’dan sahabenin ulularıyla ilgili övgüleri Allah’ın kelamından daha güzel ifade eden yoktur. Fetih Suresi, ayet: 29; "Kâfirlere şiddetli, kendi aralarında merhametli." Hadid Suresi, Ayet: 10; "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Mallarınızı Allah yolunda niçin sarfetmiyorsunuz? İçinizden Mekke'nin fethinden önce sarf eden ve savaşan kimseler, daha sonra sarf edip savaşan kimselerle bir değildirler. Berikiler daha üstün derecededirler, Allah hepsine cenneti vadetmiştir. Allah işlediklerinizden haberdardır." Allah vadinden döner mi? Ali. İmran suresinde ise şöyle buyurdu. "insanlar için ortaya çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz."

Ortağı sayılırsınız Yok sizin yanınızda içmediyse bilmediğiniz, görmediğiniz şeye şahitlik yapmanız size helal değildir." demiş. Onlar: Görmedi isek de bu bizce malumdur dediklerinde de "Allahu Teâlâ şahitlere bunu yasaklamış ve buyurmuştur ki "Bildikleri halde (bilerek) şahitlik yapanlar hariç, sizin bu işinizden herhangi bir şey (biliyor) değilim."

Yine sahabe ile ilgili yüce Allah (c.c.)'ın haklarında:
“(İslâm'a ve dolayısıyla cennete girişte) ileri geçerek birinciliği kazanan Muhacirler ve Ensar, bir de güzel amellerle onların izinde giden mü'minler (var ya), Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.” (Tevbe: 9/100),
“Muhammed (a.s.) Allah'ın Rasûlüdür. O'nun beraberinde bulunanlar (Ashab-ı Kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.” (Feth: 48/29),
“Onlardan (Muhacir ve Ensardan) sonra gelenler şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla” (Haşr: 59/10) demekte ve
“Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, o mü'minlerden razı oldu. Böylece kalblerinde olan sadâkati bildi de, üzerlerine sekinet (manevî huzuru) indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber'in Fethini) verdi.” (Feth: 48/18) Diyerek Allah (c.c.) bu Ayet-i Kerime ile onlardan razı olduğunu ve kalplerinde olanı bildiğini beyan ediyor. Bu kişiler Bindörtyüz kişi olup hepsi de Ebubekir'e (r.a.) de biat etmişlerdir.
Câbir b. Abdullah'ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
“Hudeybiyede ağacın altında -Rasûlullah'a- biat edenlerden hiçbirisi cehenneme girmeyecektir.” (Müslim) 
Yine sahabeyle ilgili sevgili peygamberimiz Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

Sevrî, Nusayr b. Zu'lûk'tan, O'da İbn-i Ömer'in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabına sebbetmeyiniz (sövmeyiniz). Onlardan birinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile bir saat sohbetleri, sizden birinizin yapacağı kırk yıllık ibadetinden daha hayırlıdır.”  Bir başka hadisi şerifte sevgili peygamberimiz
“Ashabıma sövmeyiniz. Allah (c.c.)'a kasem ederim ki herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan (Ashabımdan) birinin bir avuç, hatta yarım avuç sadakasına (sevabta) yetişemez”. (Buhârî ,Fedail Ashabin Nebi: 5, Müslim Fedailu Sahabe: 221. Kuran ve Hadisi şeriflerde bu kadar övülen sahabeye Şiacıların ilme eserlerinde, Ebubekir (r.a.) ve Ömer'e (r.a.)  (Haşa!) put diyorlar. Halbuki tarihte açıkça belirtilmiştir ki,  Ali (r.a.) küfede, mimberde defalarca ve binlerce kişinin huzurunda ve tevatür derecesine varan binlerce kişinin rivayetiyle şöyle demiştir: “Peygamberinden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebubekir, sonra Ömer'dir.”)
Hasan b. İmâre, Hakem'den, O'da Muksim'den, O'da İbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbni Abbas şöyle diyor:
“Allah (c.c.) Rasûlullah'ın arkadaşlarına -Ashab-ı Kiram- af dilemeyi emretmiştir. Bunların savaşacaklarını da biliyordu.”

Cenab-ı Allah (c.c.)'ın el-Feth sûresinin onsekizinci âyet-i kerimesinde :
“Hakikaten Allah (Hudeybiyede) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, O müminlerden razı oldu.” Biatla ilgili sevgili peygamberimizin Müslim'de rivayet edilen bir başka hadis-i şerifinde şöyledir: “Ağaç altında Rasulullaha biat edenlerden hiçbirisi ateşe girmeyecektir.”

Söz konusu ağacın altında biat edenlerin içinde Hz. Ebu Bekir ve Ömer de vardı bunca delile rağmen Şiiler, hem sahabeye ithamda bulunmuşlar hemde halifelere. Hatta ilk iki halifeye put demekten geri durmayıp bunca gerceği hep tersinden okumuş hala bedir savaşına katılan sahabe ile ilgili Allah’ın onlar için kullandığı övücü ifadeleri kabullenir görünürken “ama onların sonradan hata yapmayacağını da söylememiş” diyerek Kuran’a rağmen onlara bir takım hata itham, küfür izafe etmekten geri durmamışlardır. 
Allah (c.c.) Ensar ve Muhacir olan ashab hakkında şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki Allah Peygambere ve güçlük saatinde (Tebûk savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) Ona uyan Muhacirlerle Ensara lütfetti. (tevbelerini kabul etti)” (Tevbe: 9/117),

Hakiki İslam tarihi metinlerinde rastlanmayan yalanlardan ve bilgi kirlilğinden oluşan tarihin dedikodu sayfalarından yırt yapıştır yaparak oluşturulan metinlerden medet umarak din oluşturulabilinirmi?

Bırakın Bedire katılan sahabelerle ilgili Hz Âlinin görüşlerini, savaşın ortasında kendisine ihanet edip sonradan kendisine karşı savaş açan hariciler ile alakalı sözlerini ibretle izleyelim. Ondan sonra da ehlibeytin sahabeye bakışının ne olabileceğini düşünelim.
Ne Ashabi kiram ne de Hz Ali kendileriyle savaşan haricileri tekfir edip kâfirlikle suclamamışlardır.
Şimdi Hz Ali ye kulak verelim.
“Va'd olsun ki sizi mescitlerimizden ve cihaddan gelen ganimetlerdeki hakkınızdan alıkoymıyacağız”.
Daha sonra onlara İbn-i Abbas'ı göndererek yürüdükleri yolun yanlış olduğunu bundan vazgeçmelerini istedi. İbn-i Abbas'ın onlarla yaptığı münazaralardan sonra onlardan yarısı kadarı fikirlerinden vazgeçtiler. Geri kalanlarına da savaş ilan etti. Bütün bunlara rağmen soylarını esir etmemiş, mallarını -bîr koyun da olsa- almamış,

Kays b. Müslim, Târik b. Şihâb'tan naklettiğine göre. Târik şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Nehrevan'da hâricilerin işini bitirdiğinde ben de Onun yanındaydım. Ali'ye (r.a.) denildi ki:
“Bunlar müşrik midir?” Ali (r.a.):
“Şirkten kaçtılar”.
“Münafık mıdır?”
“Münafıklar Allah'ı çok az zikrederler.”
“Peki nedir bunlar?”
“Bunlar bize isyan eden bir kavimdir. Biz de onlarla savaştık” buyurdular.
Görülüyor ki, Ali (r.a.) haricilerin kâfir veya münafık olmadıklarını aksine mü'min olduklarını açıkça beyan etmiştir. Ama bazı âlimler, bu görüşte değildirler. Ebu İshak el-İsferâyînî ve Onun yolunu izleyenler gibi. Bunlar:
“Açıkça bizi tekfir edenlerden başka hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Kâfir kılmak onların değil, yalnız Allah (c.c.)'a mahsus bir haktır. Yine insanın kendisine iftira edene misliyle muamelede bulunması, akrabasına kötülük ettiği için kendisinin de onun akrabalarına kötülük etmesi doğru ve hakkı değildir. Böyle bir şey Allah (c.c.)'ın hukukuna göre haramdır. Hıristiyanlar Peygamberimize sövseler, biz de İsa (a.s.)'ya sövemeyiz. Râfizîler Ebubekir (r.a.) ve Ömer'i tekfir ediyorlarsa, bizim de Ali'yi (r.a.) (hâşâ!) tekfir etmemiz doğru değildir.” diyorlar.
Süfyan, Ca'fer b. Muhammed O da babası el-Bakır'dan naklettiğine göre Muhammed Bakır şöyle diyor:
“Ali (r.a.) Cemel vakasında -yani Siffin gününde- aşırı giden bir kişinin sözlerini işitince ona şöyle dedi:
“Konuşacaksanız yalnız doğru olanı dile getiriniz.”
Ortada bir topluluk vardır iki, kendilerine zulmettiğimizi iddia ediyorlar. Biz de onların bize zulmettiklerini söylüyoruz. Bundan dolayı da onlara savaş açtık.”
Mekhûl’un rivayet ettiğine göre, Ali'nin (r.a.) taraftarları, Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından ölenlerin durumunu sormaları üzerine Ali (r.a.):
“Onlar mü'mindirler,” cevabını verdi.
Abdul vâhid b. Ebi Avn şöyle diyor:
Ali (r.a.), Estere dayalı olduğu bir vaziyette Sıffînde vefat edenlerin yanından geçti. Hâbis el-Yemanî'yi de vefat edenler arasında gördü. (Bu zât Habis b. Rabia el-Yemânî'dir. Çok ibadet eden ashabtandır. Muaviye (r.a.)'nin taraftarlarından olup Sıffînde şehid düşmüştür. )
O esnada Ester:
Allah'tan geldik, Allah (c.c.)'a gideceğiz -hayretini izhar ederek- Ey Emirul Mü'minin! İşte Habis el-Yemanî Muaviye'nin taraftarları arasındadır. Üstünde de Muaviye'nin alameti vardır. Vallahi ben onu müslüman zannediyordum, demesi üzerine Ali (r.a.):
“O şu anda da müslümandır.” buyurdular.

Ahmet b. Muhammed b. Süleyman et-Tüsterî'nin Ebu Zur'a er-Râzi'den rivayet ettiği şu sözler çok önemlidir. “Ashab-ı Kiramın kusurlu olduklarını iddia eden birini gördün mü, bilki, o zındıktır. Çünkü bizim nezdimizde Rasulullah haktır. Kur'ân haktır. Kur'ân-ı ve sünneti bize nakleden Rasulullah'ın ashabıdır. Bu zındıklar ise, kitab ve sünneti iptal etmek için ashab-ı kiramı cerh ediyorlar. Oysa cerhe müstahak olan kendileridir. Zîra zındıktırlar.” (cerh; Ravide adalet ve zapt sıfatlarından birinin veya ikisinin eksikliğini ortaya koyarak, onun zayıf olduğunu belirtmek) sözünün muhatabı olacak kadar olayı radikalleştirmenin bir anlamı olmasa gerek.

Tarih boyunca dinde birlik ve beraberliğin sağlanması yanlış anlaşılmaların ya da dine sokulmaya calışılan fitne hareketlerinin yok edilmesi uğruna çok cabalar sarfedilmiş olmasına rağmen maalesef ki tarihselliğin din gibi algılanması, geçmişte söylenilen her şeyde bir hikmet aranması, bu söylemler kuran‘la catışsa da bundan insanların anlayamayacağı bir bilinmezin saklılığı inancı, işin nerdeyse gecmişte söylenilen yazılan kültürleşen şeylerin doğruluğundan şüpheye düşmek yerine, acaba kuranda mı bir sorun var?  Algılamasına kadar götürüldüğünü  görmek mümkün. İslamın yayıldığı her yerde bu yapının az çok görülmesi ne acı!. İşte bu yanlış alğılamalar yüzünden islamın bütünlüğü yönündeki cabalardan sonuc alınamamıştır. Bunlardan bir tanesi de Safevi devleti şahlarından Nâdir şâh 1148 de Sünni ve şii alimelerini bir araya getirerek tartışılıp inanclardaki yanlışların temizlenmesini istemesidir. Bu davetin neticesinde,  Şiî Mollalardan davete icabet eden Yetmiş kişi ile Osmanlı âlimlerinden Süveydî ile Efgan müftisi ve altı Buharalı Sünnî âlim Necef’e bir araya geldiler. Nâdir Şâh, Süveydî’yi vekil tâyin edip, hak yolun tartışılıp bulunması ve iki tarafça da tasdikini istemiştir. Şiî Mollalar kendi tezlerini ileri sürdüler bununla ilgili karşı tezleri dinlediler uzun tartışmalar sonunda Süveydî tarafından sıra ile dört halîfenin üstünlükleri, Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet edilmesi lâzım olduğu, gayr-i meşrû yaşama tarzı olan müt’a nikâhının İslâmiyette yasak edildiği ve İran’daki bu çirkin işleri Şâh İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocuklarının çıkardığı  ispatlandı. Sünnî âlimlerin, mollaların ve Nâdir Şahın tasdîkinden geçen antlaşma imzâlanıp, Ferman-ı Şâhî îlân edildi. Bu fermanda:
Ferman-Şâhî

Önce Allahü teâlâya sığınırım. Biliniz ki, Şâh İsmâil-i Safevî 1502 yılında ortaya çıktı. Câhil halktan bir kısmını yanında topladı. Bu alçak dünyayı ve nefsinin isteklerini ele geçirmek için, Müslümanlar arasına fitne ve fesat soktu. Eshâb-ı kirâma sövmeyi, Râfızîliği ortaya çıkardı. Böylece Müslümanlar arasına büyük bir düşmanlık soktu. Münâfıklığa ve düşmanlığa sebep oldu. Öyle oldu ki, kâfirler, rahat ve korkusuz yaşıyor. Müslümanlar ise, birbirlerini yiyor. Birbirlerinin kanlarını, nâmuslarını telef ediyor. İşte bunun için Megan Meydanındaki toplantıda; büyük, küçük hepimiz, beni şah yapmak istediğiniz zaman, bu isteğinizi kabûl etmeme karşılık; siz de Şah İsmâil zamânından beri, İran’da yerleşmiş olan bozuk inançlardan ve boş sözlerden vazgeçeceğinizi bildirmiştiniz. Kıymetli dedelerinizin mezhebi olan mübârek âdetlerimiz olan, dört halîfenin hak ve doğru olduğuna kalp ile inanacağınıza ve dil ile de söyleyeceğinize, bunları sövmekten, kötülemekten sakınacağınıza ve dördünü de seveceğinize söz vermiştiniz. İşte bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, seçilmiş âlimlerden, dînine bağlı yüksek zatlardan soruşturdum. Hepsi dedi ki, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem hak yoluna çağırdığı gündenberi, Sahâbe-i râşidîn olan dört halîfenin (radıyallahü anhüm) herbiri, dîn-i mübînin yayılması için canlarını ve mallarını fedâ ettiler ve bu uğurda, çoluk çocuklarından amca ve dayılarından ayrıldılar ve her söze, iftirâya, oka katlandılar. Bundan dolayı, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, husûsî sohbetleriyle şereflendiler. Böylece “Muhâcirlerden ve Ensârdan, ileri olanlar.” âyet-i kerimesiyle medh ve senâya kavuştular. İyilerin efendisi vefât ettikten sonra, ümmetin işlerini gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin sözbirliğiyle, hilâfete, birinci halîfe, mağara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddık radıyallahü anh getirildi. Bundan sonra, halîfenin tâyin ve Eshâb-ı kirâmın kabul etmesiyle hazret-i Ömer Fâruk radıyallahü anh ve ondan sonra, altı kişi arasından ve sözbirliğiyle Zinnûreyn Osman bin Affân radıyallahü anh ve bundan sonra Allah’ın arslanı, arayanların aranılanı, şaşılacak şeylerin hazînesi, emîr-ül-müminîn Ali ibni Ebî Tâlib radıyallahü anh halîfe oldu.

Bu dört halîfeden, herbiri, kendi hilâfetleri zamanında, birbirleriyle uygun her türlü ayrılık lekesinden temiz idi.

Kardeşlik ve birlik üzere idiler. Herbiri, İslâm memleketlerini şirkten ve müşriklerin kininden korudular. Bu dört halîfeden sonra, Müslümanlar îmân ve îtikâdda birlik idi. Her ne kadar, zaman ve asırlar geçmesiyle, İslâm âlimlerinin oruç, hac, zekât ve başka yapılacak işlerde ayrılıkları oldu ise de, inanılacak şeylerde ve Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O’nun Eshâbını sevmekte ve hepsini hâlis olarak tanımakta hiçbir kusur ve noksan, bozukluk ve gevşeklik olmadı. Şah İsmâil’in ortaya çıkmasına kadar bütün İslâm memleketleri, böyle saf ve temiz idi. Sizler selîm aklınızla ve temiz kalplerinizin irşâdı ile, sonradan çıkarılan Eshâb-ı kirâmı sövmek ve Râfızî olmak yolunu, çok şükür bıraktınız. Dîn-i İslâm sarayının dört temel direği olan dört halîfenin sevgisiyle kalplerinizi süslediniz. Bunun için ben de, bu söz verdiğimiz beş kararımızı, gökler gibi yüksek, karaların ve denizlerin hâkânı, haremeyn-i şerîfeynin hizmetçisi, yeryüzünün ikinci Zülkârneyn’i, büyük İslâm Pâdişâhı, kardeşimiz, Rum memleketlerinin sultanına bildirmeyi söz veriyorum. Bu işi arzumuza uygun olarak bitirelim.

Bu yazdıklarımız, Allahü teâlânın yardımı ile, çabuk meydana çıksın! Şimdi bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, allâme-i ulemâ (Molla Ali Ekber) molla başı ve başka yüksek âlimlerimiz bir tezkire yazdılar. Böylece, bütün şüphe perdelerini yırttılar. İyice anlaşıldı ki, bütün bu Râfızîlik ve bid’atlar ve ayrılıklar, Şâh İsmâil’in çıkardığı fitnelerden doğmuştur. Yoksa ondan önceki zamanların hiçbirinde ve İslâmın başlangıcında, bütün Müslümanların îmânları, düşünceleri tek bir yolda idi. Bunun için, Allahü teâlânın yardımı ile ve O’nun kalplerimize sunması ile, bu şerefli ve yüksek kararı almış bulunuyoruz. İslâmiyetin başlangıcından, tâ Şah İsmâil’in çıkmasına kadar bütün Müslümanlar, Hulefâ-i râşidîni hak bilirlerdi. Bunları sövmekten, kötülemekten çekinirlerdi. Hatîb efendiler ve büyük vâizler, minberlerde ve derslerde, bu halîfelerin iyiliklerini, güzel hallerini, üstünlüklerini söylerlerdi. Mübârek isimlerini söylerken ve yazarlarken radıyallahü anhüm derlerdi. Derin âlim ve üstünlerin özü Mirzâ Muhammed Ali hazretlerine emreyledim ki, bu; “Fermân-ı hümâyûnumuzu, bütün İran şehirlerine yaysın. Milletim de işitsin ve kabul eylesin! Buna uymamak, karşı gelmek Allahü teâlânın azâbına ve Şâhenşâhın gazâbına sebep olacaktır. Böyle bileler.” Denilmiştir.

Bunun ardından iki tarafca uzlaşılan konular bir  Hucceci Katiye adında bir kitap haline getirelerek yayınlanmıştır. Burada ki şii âlimlerinin tüm iddiaları ve aldıkları cevaplar ile varılan sonuclar acıktır. Şiilerin sahabe ile ilgili öne sürdükleri daha sonra vazgectikleri iddiaları söz konusu kitapta aynen şöyle;

“Kur’ân- ı kerimdeki pekçok ayetler, Eshâbı azarlamakdadır dedi. Münafık olduklarını, Resûlullaha, elem, acı verdiklerini bildiren ayetler çokdur. Meselâ, Tevbe suresinin ellidokuzuncu ayeti ve Mücadelee suresinin sekizinci ayeti ve Münâfıkûn suresinin birinci âyeti ve Muhammed suresinin onaltıncı ve yirmi ve yirmidokuzuncu ve otuzuncu âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe suresinin yüzikinci ayeti ve Feth suresinin onbirinci ve onikinci ve onbeşinci ayetleri ve Hucurât suresinin dördüncü âyeti gösteriyor ki, Medînede ba’zı münafıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki, ehâliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfâl suresinde, (Resûlullaha karşı gelenler, meşhur Bedr gazasından cayarak, düşmanı görmeden önce geri dönenler, mü’minlerin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ “celle celâlüh”, Enfâl suresinin altıncı ayetinde münafıkların kötü niyyetlerini açığa çıkarmakdadır. Huneyn gazasında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek, Âl- i İmrân suresinin onuncu ve yüzonaltıncı âyetlerinin inmesine sebeb olanlar, yine bu münafıklardandır. Bunlar, Uhud faciasında, Fahr- i kâinat hazretlerini düşmanların eline bırakıp dağa kaçdılar. Mubârek yüzünün yaralanmasına ve iki dişinin şehîd olmasına ve kısrakdan düşmesine sebeb oldular. Hattâ yardım istediğinde, duymamazlıkdan geldikleri için, Âl-i İmrân suresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerîmesi ile Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebükdeki meşhur hareketlerinden dolayı da, Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayet-i kerîmesi ile tekdîr ve tehdîd edildiler.

            Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hazret-i Peygamberin Eshâbı isyan ederler, Ona karşı gelirlerdi. Firar etdiklerini bildiren ayet-i kerime, birkaçının değil, hepsinin kaçdığını göstermekdedir. Çünki, Tevbe suresinin kırküçüncü ayeti, azâblarını ve azarlandıklarını açıkça bildirmekdedir. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, onların geri dönmelerine izin verdiği için, Tevbe suresinin kırkdördüncü ayet-i kerimesi ile o Nebiy-yi zîşânın da azarlanmasına sebeb oldular. Bunlardan başka, hicretin beşinci yılının onbirinci ayındaki Ahzâb ya’nî Hendek gazasında, Ahzâb suresinin onüçüncü ve onbeşinci ayetleri ile ve daha nice ayetlerle tekdir edildiler ve kötülendiler. Böyle kimselere nasıl olur da, âdil denir? Onların işleri ve sözleri, din işlerinde nasıl sened olur? Onlara inanmak, güvenmek, akla da, ilme de uygun değildir” demektedirler.

Buna karşın Sünni âlimin verdiği cevap;

Eshâb- ı kirâmı“ aleyhimürrıdvân” kötülemek için, vesîka olarak bildirdiğin âyet-i kerîmelerin hepsi, münafıklar için gelmişdir. Bunda, kimsenin şübhesi yokdur. Hattâ, Şî’îler de, böyle olduğunu sözbirliği ile söylemekdedir. Münafıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerîmeleri, âyetler ilemedh-u senâ edilen Eshâb- ı kirâma“ aleyhimürrıdvan” bulaştırmağa kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adâlete ve insâfa sığmaz. Önceleri, münafıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân suresinin yüz yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, Tayyibleri habîslerden ayırt eyledi. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki cürûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i İmrân suresinin yüzonuncu ayetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?

            Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı, birçok âyet-i kerîme ile övdü. Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havâric) kabîlesinin reîsi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsîrler yazıyor. Bu âyet-i kerîmeyi Sahâbe- i kirâma“ rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yüklemek, ilm adamına yakışmaz. Buhârî-yi şerîf kitâbında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. EbûSa’îd-i Hudrî“ radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül- Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân- ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıkdığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Hâlbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmışdır. Bunların içinde bir kimse olacakdır ki, rengi siyâhdır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. EbûSâ’id- i Hudrî diyor ki, hazret-i Alî“ radıyallahü anhümâ” halîfe iken, hâricîlerle muhârebe etdi. Esîrler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resûlullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Buâyet- i kerîmenin inmesine sebeb, münafıklardan Ebülhavât adında birisinin (Ey arkadaşlar! Sâhibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsûs olan eşyâyı, koyun çobanlarına vererek adâlet yapdığını göstermek istiyor) demesidir denildi.

            Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, yehûdîler ve münafıklar için inmişdir. Çünki bunlar, mü’minlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işâretleri ile, Eshâb- ı kirâmı aldatmağa çalışırlardı. Mü’minler, bunların başlarına ağır bir felâket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuşduklarını sanarak bunlara acırlardı. Fekat, böyle gizli konuşmaların uzun zemân sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm“ aleyhimürrıdvân”, kötü niyyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize şikâyet etdiler. Böyle toplantılara son verilmesini emr buyurdu. Fekat, münafıklar dinlemedi, hiyânetlerine devam etdiler. Bunun üzerine, Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde, meâlen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için toplanıyorlar) buyuruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resûlullaha karşı gelmekdir.

            Mücadelee suresinin sekizinci ayetinde meâlen, (Sana selâm verdikleri zemân, Allahü teâlânın, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede yehûdîler azarlanmakdadır. Yehûdîler, Resûlullahın yanına geldikleri zemân, (Size selâm olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” de (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selâm yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr- i kâinâtı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıkdan sonra, aldatdıklarını, eğer gerçekden Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesâblarının sonu Cehennem azâbıdır) buyuruldu. (Buhârî) kitâbında diyor ki, yehûdîler, Peygamberimiz“ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzûruna geldikleri zemân, kötü âdetlerine göre, şübheli, bozuk selâmlarını söylerlerdi. Âişe “radıyallahü anhâ” bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, düâsının kabûl buyurulduğunu söyledi.

            Münâfıkûn suresinin birinci ayetinde, (Münafıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlarını göstermekdedir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir alâkası yokdur.

            Muhammed suresinin onaltıncı ayetinde meâlen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıkdıkları zemân...) buyuruldu. Bu âyet- i kerîme de, münafıklar için gelmişdir. Münafıklar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmâm-ı Mukâtil [Belhlidir. 150 de Basrada vefât etdi.] tefsîrinde diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbede, münafıklara nasîhat verirken, onlar anlamamazlıkdan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbas “radıyallahü anhümâ” ba’zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’minleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu ayet-i kerîmede meâlen,( Onların kalblerini Allahü teâlâ mühürledi...) buyuruldu. Eshâb- ı kiramı da, bundan sonraki ayet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Sa’îd bin Cübeyr“ radıyallahü anh” diyor ki, Muhammed suresinin yirminci ayetinin,( Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermekdedir. Çünki, üç dürlü kalb vardır: Biri, mü’minin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsî ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci ayetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azâbdadır. Biri, kurtulucudur. Mü’minin kalbi selîmdir. Allahü teâlâ,kalb- i selîmi medh ve senâ buyuruyor. Şü’arâ suresinin seksensekizinci ayetinde meâlen, (O gün, mal ve çocuklar fâide vermez. Yalnız, kalb- i selîm ile gelen fâidelenir) buyuruldu.

            Benî Anber kabîlesi kâfir idi. Bunları, Eshâb- ı kirâm hazretlerinin sırasına koymak, akl ile de, ilm ile de pek yanlışdır.

            Bedr gazasına gelince, sizin de, bizim de, kitâblarımızda açıkça bildirildiği üzere, Enfâl suresinin birinci ayetinde bildirildiği gibidir.

            Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harb oyunu idi. Her savaşda, ilerleme olduğu gibi, ba’zan çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshâb-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekkenin fethinde, âzâd edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hattâ bu çekilmenin zafere yol açdığı, Tevbe suresinin yirmiyedinci âyetinin, (Sonra, Resûlüne ve mü’minlere sekîne indirdi) meâl- i şerîfi ile bildirilmekdedir. Resûlullah“ sallallahü aleyhi ve sellem” bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbirşey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şî’î fırkasının âlimlerinden Ebülkâsım şî’înin (Kitâbüşşerâyı’) risâlesinde (Ölüm ve helâk tehlükesi olduğu zemân muhârebeden kaçmak câizdir) denildiğine göre, Huneyn gazâsında çekilen Eshâba“ radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dil uzatmamak lâzım gelmez mi?

            Uhud gazasındaki firâr ise, yasak edilmeden önce idi. Allaha teâlânın bunları afv buyurduğu, Âl-i İmrân suresinin yüzellibeşinci ayetinde bildirilmektedir.

            Âl- i İmrân suresinin yüzelliüçüncü âyet- i kerîmesinden önceki( Allahü teâlâ, sizi afv etti) meâlindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsîr bildirmektedir.

            Tevbe suresinin otuzdokuzuncu ayetinde mealen,( Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyruldu. Bu meâl, Eshâb- ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmekdedir. Hepsine bildirilmekdedir. Bunların arasından hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” ayırd edileceği bildirilmemişdir.”

Söz konusu kitabın tamamı internet sayfalarından bulunabilir. İbret verici bir kitaptır. Bunların kaç yüzlü olduğunu bu kitapdanda görebilirsiniz. Kitabın Adı “Hucceci Katiye”

Sahabe hayatı incelendiğinde  ashabın büyük bir çoğunluğu fitnelerden uzak kaldığını görürsünüz. Bu konu ile ilgili  Ebu Eyyub es-Sicistânî, İbn-i Sîrin'in :
“Fitne şiddetlendiğinde Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı onbin kişi civarındaydı. Bu fitneye yüz kişi katılmamıştır. Belki de otuz kişiyi bulmamıştır.” dediğini naklediyor. Bunu yaşadığı bölgede takvasıyla tanınan ve övülen Muhammed b. Sîrin söylüyor. Mansur b. Abdurrahman, Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor:
“Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'den başka hiç kimse Cemel Vakası'na katılmamıştır. Beşincisini isbat edebilirlerse ben yalancıyım.” Dediği görülmektedir. . Abdurrahman b. Ebi Leyla:
“Bedir'e katılan yetmiş kişi Sıffin olayına katılmıştır.” Demesi üzerine Şube'de:
“Vallahi yalan söylüyor” demiştir. Şu'be devamla şöyle diyor:
Ben ve El-Hakem b. Uteybe el-Kufî bu konuyu araştırdık. Huzeyme b. Sabit'den başka Bedir ehlinden hiç kimsenin sıffine katılmadığını tesbit ettik.” Bu da Sıffine katılan ashabın çok az olduklarına delalet ediyor.

Bu konu ile alakalı son söz şu söylenebilir sahabenin yüceliklerinde şüphe etmek Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm’ın, kemalinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Bunun başka bir şey ile izahı yoktur.                                                                                                              Pis bir yerden ucup gelme ihtimali olan bir sineği kirletir düşüncesi ile üstünü kondurmayan, mübarek gölgesi pis bir yere düşmesin yahut habis bir kişi üzerine basmasın diye gölgesini yere düşürmeyen, namazdayken bile nalınında necaset bulaşığı olduğunu vahiy ederek Onu pislikten koruyan Allahü teâlâ, Habibine eş, dost, akraba olarak hâşâ münafıkları,   kâfirleri mi seçti?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

HANGİ DİNE İNANIYORUZ? SÜNNİ YADA ŞİA GELENEĞİNİN DİNİNE Mİ, YOKSA ALLAH IN DİNİDE Mİ?

ÇOK DEĞERLİ DOSTLAR; Blokta yer alan konu başlıkları arşiv adı altında görünmektedir. Blogun içeriğinde İslamın başlangıcından sonra ge...