7 Eylül 2010 Salı

NEDEN Şİİ OLAMADIM!....? 7. BÖLÜM

ÇÜNKÜ DİNİN ASLINDA OLMAYAN BİDATLAR DİNİ MOTİF HALİNE GETİRİLMİŞTİ. BU SÜRECİN İÇİNDEKİ MENFAAT ŞEBEKELERİNİN KİMSE FARKINDA DEĞİLDİ.

İslam inancında peygamberler vardır, şiada peygamber inancını doğrudan kaldıramasa da yerine, onlardan daha güçlü, daha fazla yetkilerle donatılan geçmiş ve geleceği bilen, kendi ölecekleri vakti bile tayin eden, evrendeki bütün olayları iradesi ile yönlendiren, yöneten masum imamları ortaya konulmuştur. Hatta nerdeyse Hz Peygamberimizin görevini sadece imamları tayin etmekle sınırlandırmıştır. Bu inancları ile ilgili Kuranda en ufak bir delilin bulunmaması nenediyle de Yüce Allah’ın “biz koruyacağız” dediği Kuran ı kerimi farklı yöntemlerle tahrif etmeye kalkışmışlardır. Kuran ın değiştirildiği eksiltme ve ilaveler yapıldığı konusunda çeşitli görüşler ortaya koyarak kurana olan güven duygusunu yıkmaya calışmışlar, diğer stratejisinde uydurdukları akidelerine delil bulma adına Kuranın anlam ve manasını tevil etme yoluna gitmişlerdir.  İmamlar adına uydurdukları hadislerle de bunu desteklemişlerdir. Şia da Allah’ın birliğine iman vardır, fakat bu inancı tezata düşürecek uygulamaları mevcuttur. İsteklerini Allah’tan başkalarına da yöneltir ve kullardan da isterler ve "Ya Ali, Ya Hüseyin, Ya Zeyneb" derler. Allah'tan başkasına kurban keserler ve adak adarlar Kendilerince malum duaları vardır. Bu dualarla ibadet ederler. Hatta şiada bazı gruplar Allah’ın Hz Ali nin dinde imtiyazlı bir tabaka olduğunu yayarlar ve bu imtiyazın veraset yoluyla oğullarına geçtiğini öğretirler. Allah'ı bilmenin akıl ile Kur’an ayetlerinin aklın te'kidi mahiyetinde olduğuna. Onlara göre Kur'an aklın eriştiği marifeti kuvvetlendirdiğine Kur’an’ın yeni şey getirmediğine inanırlar. İslami gelecek nesillere taşıyan, peygamberimizin en yakın güzide arkadaşlarını, akrabalarını, hanımlarını, kısacası sahabelerin anlattıkları hususlardan şüphe duyulmasını sağlamak için çeşitli iftira ve yalanlarla itibarlarını yok etmek en büyük stratejileridir. Bu yöntem ile, Hz. Peygamberin hayat tarzı ve sünneti ile gelecek nesiller arasındaki köprüyü yıkmayı amaçlamışlar bunu için de ellerinden gelen her türlü hile düzenbazlık yalan ve iftiraları yaymaktan nesilden nesile taşımaktan yılmamış bıkmamışlardır. Yüz binlerce sahabeyi küfürle, itham etmiş, onları küfürde saymayanların, onlara lanet okumayanların dinden çıktığını hadis anlayışlarına koymuşlardır.

Sağlığında Hz Ali nin yakınında bulunan sadece on sahabeyi Müslüman saymışlar, Bu sahabelerin sadece taraftar olmaları onlara yetmiş, ama inanç ve itikat anlayışlarına bakmaya ihtiyaç bile duymamışlardır.

Şiilerin İslam anlayışının karşısına getirdikleri hususlar örneklendirmek gerekirse;

İslamın farz saydığı beş vakit namazı üç vakitde kılmayı getirmişler, Müslümanların dua ederken, namaz kılarken yöneldikleri bir tek Ka'besi bulunurken onlar Allah’ın Ka'besi dışında kendilerine birçok Kâbecik daha ilave etmişlerdir.  Hz. Ali şehid edilip Küfe mescidi ile evleri arasındaki bir yerde defnedilmesine rağmen, Şiiler,  Ali (r.a.)  Mugira b. Şubenin kabrine defnedildiğine inanırlar. Onlar bu kabri en kutsal bir Kâbe kabul etmişlerdir.  Kâbe (!) olarak kabul ettikleri kabirlerden birisi de, Hz. Hüseyin'e (r.a.) nispet ettikleri kabirdir. Orada namaz kılarlar çok farklı tapınma gösterileri sunarlar. Cenab-ı Allah (c.c.), emredildikleri ve haber verdiği hususlarda Peygamberlere itaat ve onları tasdik etmek için emir buyurmasına rağmen hırıstiyanlar o kadar aşırı gitti ki,  İsa'yı (a.s.) Allah (c.c.)'a ortak koştular, dinini değiştirerek Ona isyan ettiler. Bu aşırılıklarıyla dinden de çıktılar. Aynı şekilde Şiacılarda onlara benzeme yolunda Peygamberler ve imamlar hakkında aşırı gittiler. Öyle ki onlardan bazıları Allah (c.c.)'tan başka rablar edindiler. Peygamberlerin tevbe ve istiğfarlarını haber veren nassı bile yalanladılar. Mescidlerde Cuma ve cemaate engel olup, kabirlerin başında büyük topluluklar meydana getirerek Onları yüceltirler, hacceder gibi yaparlar. Hatta bazıları daha aşırı giderek o kabirleri tavaf etmenin daha büyük bir ibadet olduğunu iddia ettiler.

Bunları yakın görmeden bu kabirlerle alakalı bağlarını anlamak mümkün değildir. Oysa  bu konuda sevgili Peygamberimiz  Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar.” (Buhari, Salat: 48, Cenaiz: 62, Müslim. Mesacid:19, Ahmed: 1/218)

Başka bir hadisi şerifde,

“Allahım! kabrimi kendisine ibadet edilen put yapma. Allanın gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen milletin üzerine şiddetlendi.” buyururlar. (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246)

Emirul Müminin Ali (r.a.) de Ebul Heyyac Hayyan b. Huseyn el-Esedi'ye şöyle diyor:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Tarumar etmediğin bir heykel ve düz etmediğin yüksek bir kabir bırakmayasın.” (Müslim. K. Cenaiz 93)

Cahiliye dönem örfünden olan ve Hz Peygamberimizin kaldırdığı mutayı helal saymış, kadına livatayı mubah görmüşlerdir. Ezanı muhammediyi değiştirmeyi, insan vücuduna işkence yaparak bir sevgi gösterisine dönüştürmeyi, imamların mezarlarını ziyaretini de hacdan daha eftal, kerbela’yı Mekke’den daha üstün görmeyi inanç haline getiren Şia mimarları,  bunların dışında yüzlerce konuda farklılaşmayı oluşturmaktan geri kalmamışlardır.  Bunlarla birlikte ; ehlibeyt İmamlarını yüceltme adına onlara kötü sıfatları yakıştırmayı(yalancılık, korkaklık, pısırıklık gibi.), Yahudi, Hıristiyan ve sasani kültürleri ve inançlarını dinin bir parçası haline getirmeyi, kuranda müminlerin anaları saydığı Hz Peygamberimizin hanımlarına hiçbir edebe ve insanlığa yakışmayacak tarzda ağza alınmayacak iftira atmayı,  bütün bu süreçleri planlı bir şekilde yerli yerine oturmak için de alenen yalancılığı, iftirayı düzenbazlığı dinin temel esası saydıkları takiyye inancının içine koyarak yeni bir anlayış (Şia) geliştirdiklerini  görmekteyiz. Ayrıca, herhangi bir olayı anlatan tarihi konuların anlam ve manasını değiştirmek için konunun bütünlüğünü bozup bir paragraf ve cümlesine başka yamalar yaparak tarihi ve olayları saptırdıklarını hayrı anlatan bir kıssayı şerre çevirdikleri bilinmektedir. Akidelerinde görülen boşlukları ve tezatları İlave ve cıkartmalarla icinin doldurulup geliştirmeye calıştıkları bütün süreclerde alenen acıktır. Şiacıların bu tarz hareketini, Hz. Ebû Bekir döneminde ortaya çıkan yalancı peygamberlerin yaptıklarına da benzetmek mümkündür. Onlar da din adına koydukları bir kuralı bir başka gün kaldırıyorlardı. Bu inancın birçok esası büyük kayboluş adını verdikleri on ikinci imamın gaybından sonra şekillenmeye başlamış  şah İsmail ve avenesi tarafından geliştirilmiştir. Hiçbir imamın diğer imamın içtihadına inanmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Hatta tamamen reddebilir. Taklidi imamlar din adına çok büyük yetkilerle donatılarak imtiyazlı bir sınıf oluşturulmuştur bu saltanat sahipleri toplumu istedikleri alanda yönetmeye yönlendirmeye yetkili kılınmıştır. Bu alanda da hırıstiyanlara benzemişlerdir. Onlar, Hz. İsayı Allah ın ortağı haline getirirken kiliseleri de İsa (a.s) makamına oturtmuşlardı. 

Şiacılar ifrat ve tefrit alışkanlıkları öylesine zirveye çıkmıştır ki, sevdiklerini hâşâ ilahlik derecesine kadar, sevmediklerini de yedi kat yerin dibine sokmayı dinin bir esası sayarlar. Yine akîdelerinde ehlisünnetin mallarını ve kanlarını mubah sayar. Es-Sadûk, el-İllel’de, Davud b. Ferkad’a isnad ederek der ki: “Ebû Abdillah’a söyle dedim: “Nâsıbe (onlar Ehli Sünnet’e böyle derler) hakkında ne diyorsun?” dedi ki: “Kanı helaldir böylelikle senden korkar. Eğer kimse seni görmeden onlardan birinin üzerine duvar devirebilirsen veya denizde boğabilirsen bunu yap.” Dedim ki: “Onun malı hakkında ne dersin?” dedi ki: “Gücün yettiği kadarını al.( el-Mehâsinu’n-Nefsâniyye s.166) Başka bir rivayetlerinde, kendi doğumlarının dışında hiçbir doğanı temiz görmezler. Hasim el Bahranî, el-Burhan adlı tefsirinde, Meysem b. Yahya’dan o da Cafer b. Muhammed’den rivayet ediyor: “Hiçbir yeni doğan yoktur ki iblislerden bir iblis onun doğumunda hazır bulunmasın. Eğer doğan çocuğun bizim Sîamıza ait oldugunu öğrenirse şeytan uzaklaşır. Şîamızdan değilse şeytan Parmağını onun dübürüne sokar, zekerinden çıkarır. Eğer kız ise, parmağını fercine yerleştirir ve o facire olur. İste o anda çocuk annesinin karnından çıktığında şiddetle ağlar.( Hasim el-Behrânî; Tefsîru’l-Burhan (2/300). Bundan başka Kendi çocuklarının dışında kalan çocukları veledi zina sayarlar! Nitekim el-Kuleynî, er Ravdatun Mine’l-Kâfî adlı kitabında Ebû Hamza’dan, o da Ebû Cafer’den diyerek söyle nakleder: “Ona: “Bazı arkadaşlarımız muhaliflerine iftira atıyorlar” dedim. Bana: “Sussan iyi olur” dedi ve ekledi: “Vallahi ey Ebû Hamza! Şîamız dışında bütün insanlar fahişe çocuklarıdır.” (el-Kuleynî, er-Ravzatun Mine’l-Kâfî (8/285)

13- ŞİİLİĞİN GETİRDİĞİ BİDATLARDAN  EZANA İLAVE VE TOPRAK ÜZERİNE SECDE,

BELİRLİ GÜNLERDEKİ KAN AKITMA OLGUSU
Özellikle büyük kayboluştan sonra oluşturulan şiilik, dikkatli incelendiğinde farklılaşmaya yani dine yeni anlayışlar getirmeyi prensip edinmiş gibidir. Bunlar hem akaid hemde ilmihalde olmuştur. Bir kaç tanesini inceleyecek olursak; Şiilerin hemen hemen hepsi, namazlarında toprak üzerine secde etmektedirler. Onlara göre namazda secde, ancak toprak veya toprak ürünleri üzerinde olursa caiz sayılmıştır. Bu toprak Hüseyin’in şehit olup pak cesedinin defnedildiği Kerbela toprağıdır. Kumaşın yani dikilebilen ve yenenin üzerinde secde etmek caiz değildir. Secde ancak Kerbela gibi kutsaliyeti olan belirli bir yerin toprağından çeşitli şekillerde oluşturulan parcalara olması gerekir. Şiilerde hemen hemen hiçbir ev yoktur ki, namazlarında üzerine secde ettikleri toprak olmasın. Bu toprak Hüseyin’in şehid olup pak cesedinin defnedildiği Kerbela toprağıdır.

Hüseyni toprak üzerinde secde, sadece fıkhi mesele veya sadece bir toprak üzerine secdeden ibaret olmayıp, daha ileri bir meseledir. Toprak üzerine secde edenlerin çoğu, bunu öpüp teberrük ediyorlar. Bazı durumlarda da Şii fıkhında toprak yemek haram olmasına rağmen, şifa niyetiyle Kerbelâ toprağının bir parçasını yiyorlar. Bazıları da bu topraktan şekiller meydana getirip ceplerinden taşıyarak yolculuklarında beraberlerinde bulunduruyorlar ve takdis ediyorlar!...
Şiiler kendileri dışındaki grupların mescitlerinde namaz kılarken bu görüntüyü vermekten çekinerek takıyye ile amel eder ve toprakları gizlerler. Şii olmayıp şii geleneğini bilmeyen bazıları bu görüntüye farklı anlamlar yüklemekte ve topraktan yapılan bu şekillere secde edilen putlar olarak yorumlamaktadırlar. Bundan başka şii fakihleri, yolcunun İmam Hüseyin’in kabrine on beş arşın uzaklıkta bulunurken, namazı seferi değil tam olarak kılma akdesini getirmişlerdir. Hz Peygamberden yani vahyin kesilmesinden sonra islamıa yeni ilaveler yapıldığının bir örneği de budur.
Ne Sevgili Peygamberimiz ne Hz. Ali, ne de ondan sonra sonra gelen diğer imamlar Kerbela toprağı üzerine secde etmemişlerdir. Yani Şiilerin sünnet anlayışı iddia ettikleri gibi peygamberimiz yada imamların yaptığı ile sınırlı değildir.
İmamlar, asla Allah’ın kitabında ve Resulü’nün sünnetinde olmayan bir konuda hüküm çıkarmamışlardır. Ancak Şia fakihleri imamlar adına bu tür bidatlerin gelişmesinden geri durmamışlardır. Gerçek anlamda ehlibeyte mensuplarının İmtiyazları risaletin gönderildiği ve vahyin indiği evde doğmuş olmaları ve şeriat hükümlerinin babadan oğla intikal etmiş olmasından ibarettir. Bunlara farklı anlamlar yüklemeye çalışmak kraldan çok kralcılık yapmaktan farkı yoktur. Eğer daha başka anlamları olsaydı o güzide insanlar bunun esaslarını kendileri koyardı!


Bu geleneğin şii inancına Safeviler zamanında kervanların Kerbela’yı hususi merasimle ziyaret ederek, ülkeleri, dönerken beraberlerinde İmam Hüseyin’in kabrinden bazı alametler getirmesinde sonra yayılmaya başlamıştır.
Toprağın kullanımına, diğer bidatleri geride bırakan yeni bir bidat eklenmiştir ki, o da fakihlerin, yolcunun İmam Hüseyin’in kabrine onbeş arşın uzaklıkta bulunurken, namazı kasren değil tam olarak kılma fetvasıdır. Halbuki fakhlerimizin icmaına göre seferde olanın namazını kasren kılması icab eder. Ancak Hüseyin’in kabri etrafında namaz kılanı istisna etmişlerdir. Resulullah, Hüseyin’in kabri diye bir şey daha ortada yokken, yolcunun orada kesren ya da tam olarak kılmasını cevazını vermiş, yoksa zamanında olmayan bir şey için yeni bir ilahi kanun mu ortaya konmuş?!
Şiiler’le Şiilik arasında mücadelenin başlamasından önceki Ehlibeyt taraftarlığındaki inençta, Kuranı Kerim’in onların evindeyken Resulullah’a nazil olması itibariyle Ehlibeyt imamlarının İslam’ı başkalarından fazla bildiklerine inanmaktan ibaretti. Daha sonraları bunun ötesine gidilerek, imamlara bakış açısından farklı olarak yani kanun koyma hakkına sahip olabileceği düşüncesini getirmişlerdir. Hüseyin’in kabrinin böyle bir hususiyete sahip olması, hangi esas ve kaideye dayandırılabilir, kabrin var olmasından yarım asır önce ilahi ve semavi bir hükmün nazil olması hangi akla sığar?!
İmamlarla alakası olmayan ancak imamlara yamanan bu bidatleri sürdüregelen şiacı fakihlerdir. Bunlar şiilikten ziyade şiacılığın devamında fayda gören bu yöntemle farklı anlamlarda cıkar sağlayan zihniyetlerdir. İmamlar, Allah’ın kitabında ve Resulü’nün sünnetinde olmayan bir şey hakkında kanun veya hüküm çıkarmadıkları gibi, asla böyle bir iddiada da bulunmamışlardır. Onların hususiyeti Allah’ın kitabını ve cedlerinin sünnetini daha iyi anlamış ve bilmiş olmalarıdır. İmtiyazları risaletin gönderildiği ve vahyin indiği evde doğmuş olmaları ve şeriat hükümlerinin babadan oğla intikal etmiş olmasından ibarettir.
Ancak Şiiler fakihlerimizin rey ve tatbikatına uyarak bu fıkhi kaideyi aşarak, hususi bir durumu adet edinerek, Kerbela gibi belirli bir yerin toprağı üzerine secde etmişler, bu topraktan uzun, dörtgen, dairevi gibi çeşitli şekiller yaparak bulundukları yerde namaz vakti olunca onun üzerine secde etmeyi emretmişlerdir. Şiiler alışıla gelen bir adet olarak diğer islami fıkraların camilerindeyken çoğunluğunun tuhaf bakıp alay etmesinden çekinerek, takıyyeyi esas alıp o toprağı gizlemektedirler.
Şiiler’in Allah’ın emretmediği bir hususu bu kadar iltizam edip, bu kadar aşağı bir derekeye düşmesi, gerçekten çok esef ve elem verici bir durumdur. Allah’ın en fazla sevmediği bir şey varsa, o da kendisine ibadet ederken ikiyüzlülük yapılmasıdır.
Şiiler eğer Kerbela Toprağı üzerine secde etmekte haklı olduklarını görüyorlarsa, neden, aynı kitaba aynı peygambere inanan ve aynı kıbleye yönelen ve aynı namazı kılan din kardeşleri önünde buna açıkça yapmaktan çekiniyorlar?! Haklı görmüyorlarsa, neden bir yandan bunda ısrar edip, diğer yandan da onu başkalarının yanda yapmaktan utanıyorlar?!
Farklı algılanan böyle bir durumun ortaya çıkmasına sebep olan Şiiler’i alıştıran fakihler ve mezhep liderleridir. Burada yanlış olan toprak üzerine secde etmek değil, zira Resulullah sav. Medine’deki mescidinde toprak üzerine secde ederdi. Ancak, bir yerin diğer bir yere üstünlüğü şer’an sabit de olsa, secdenin sadece o toprak üzerine yapılmasına gerektirmez. Öyle olsaydı, Müslümanlar secde etmek üzere Mekke, Medine ve Kudüs topraklarını beraberlerinde taşırlardı.
Burada başkalarından farklı olarak sırf kendilerinin kabul ettiği birtakım bidatler uğruna takıyye ve iki yüzlülük zilletini saklamak mümkün değildir.
Bir başka husus da ezan mevzuu
Hicri Beşinci Asr’ın büyük İmamiye Şii alimlerinden olan Seyyid Murtaa, namazlar için okunan ezanlarda “Eşhedü Enne Alliyyen Veliyullah!.” diyen haram bir iş yapmış olur diyor. Bu üçüncü şahadet namaz ezanlarına büyük kayboluştan sonra girmiş fakat şii mezhebinde bir akide haline getirilmesi Şah İsmail’in zamanında olmuştur. O, İran’ı Şiileştirip namaz ezanlarında ve minarelerden üçüncü şahadeti de seslendirmeleri için, müezzinlere emir vermiştir. Böylece İmam Ali’ye Hilafet meselesinde Resulullah’tan sonraki sabit makam verilmiştir. O günden bugüne, Dünya’daki Şii mescidleri Safevi şahının geliştirdiği ve genişlettiği usul üzere yürüyor. Dünya’nın hiçbir yerinde bir tek Şii camii bundan müstesna değildir!
Ezana bu ilavenin hicri Dördüncü Asır’dan sonra meydana geldiğini söyleyen şii fakihleri kes,n ve tam olarak rey birliğiyle bunu kabul ederler ve eğer İmam Ali sağ olsaydı ve adının namazlardaki ezanlarda okunduğunu duysaydı, bunu okuyana şer’i cezayı tatbik ederdi neticesine yine kendileri rey birliğiyle onaylamaktadırlar. Yine kalpleri kararan şii fakihleri ve cahilleri bu hakikati gören ve bu bi’data karşı çıkan bir kısım hocayı Şiilik’ten ayrılmakla itham ederek avam ve cahillere karşı onları müdafaasız bıraktılar.
İslam şiarını Şiilik şiarının önüne çıkartan bu cahillere göre üçüncü şehadet namazdan bir parça olmadığına göre, namazı bozmaz, bu itibarla Ezan’a üçüncü şehadeti de almak da bir beis yoktur!. Oysa Ezan, Resulullah’ın kabul ettiği bir asıldır. O eksiltmek veya artırılması caiz olmayan tevkıyfi bir sünnettir. İlave edilecek kelimelerde doğruluk ve gerçeklik olsa da caiz olmaz!..
Bu zihniyet, ürettikleri her bidate karşılık bir gerekce üretme fikrini burada da göstermişler Halife Ömer Bin Hattab’ın da ezandan “Hayalla’l-hayr-ül-amel”i çıkartarak yerine “es-Salat-u hayrun min’en-nevm”i getirdiğini iddia etmektedirler. Eğer gerçekten böyle olmuş olsaydı İmam Ali Hilafet’i zamanında bunu kabul etmeyip tekrar eski haline döndürmez miydi? Yine bu iddiaları Hz Ali’ye farkında olmadan yaptıkları bir iftira olmaz mı?

Şiacıların on beş asırdan beri İslamın gelişmesi şümullenmesi dünyaya yayılması konusunda en ufak bir gayreti  her hangi bir projesi olmadığı gibi, tarih boyunca İslam için uğraşan müminlere düşmanlık yapmış, arkadan vurmuş, kâfirlerle beraber olarak binlerce müslümanın katline sebep olmuşlardır. Dünyaya yayılan İslam dininin önüne geçmek için geliştirdikleri stratejilerini her fırsatda uygulamaktan geri kalmamışlardır. Bugün geldikleri nokta da şartların onların lehine olması tamamen tesadüfî bir olgu mudur?. Bugünün şeytanı Amerika bu çoğrafyada yaptığı her manevranın kime ne faydası, Kime ne zararı var.  Yüz yıllık geleceğini planlayan bu şeytan acaba yaptıklarını bilinçsizce mi yapmaktadır. Irak Lübnana, afganistana İsrail aracılığı ile sürekli filistine vurması yada vurdurması soruyorum hangi meshebi inancın gelişmesini sağlıyor? Bu şeytanın yaptıkları bu kadar hesapsız kitapsız mı?! İslam dünyasının yalnızca % 15 ini teşkil eden şiadan korkusundan mı yoksa daha geniş coğrafyaya yayılmasını sağlayarak islam dünyası icinde bölünmüşlüğün ve düşmanlığın artırılmasını sağlamak için mi? Bunu hissiyatı aşarak bir düşünmek ve  çok iyi tahlil etmesi gerekmez mi?. Acaba şii kardeşlerimiz tarihte ve bugün kendileri üzerinde oynanan oyunları birde farklı acıdan bakmayı düşünürler mi ?.  Der mezhebi anlayışı din yerine koyup hüküm vermenin pek doğru bir yaklaşım olmadığnı haddim olmadan söylemek isterim.

Olayın tarihdeki bir yüzü böyle ondan sonraki sürecte bazı şia grupları Hz Hüseyinin ölüm yıl dönümünde ağlama krizine girer ona gözyaşı dökmekten cennet umut ederler. Bu konu ile ilgili şia kaynaklarında Hz. Hüseyin içini ağlamanın fazîleti ile ilgili pekçok rivâyet vardır. Bu rivâyetlerde Hz. Hüseyin için ağlamanın büyük günahları sileceği, Âşûre gününü hüzün ve ağlama günü olarak görenlere kıyâmet gününü Allah'ın ferah, sevinç ve saadet günü kılacağı, bütün gözlerin ağlayacağı kıyâmet gününde sadece dünyada iken Hz. Hüseyin için ağlayan gözlerin güleceği, bildirilmiştir. Kerbelâ hadisesi ile ilgili ciltler dolusu kitap olabilecek olan uydurma rivâyetlerin varlığına dikkat çeken şia alimlerinden Mutahharî, “Hz. Hüseyin için ağlamak gerekiyorsa, onun kılıç ve mızraklar altında can verdiği için değil, hakkında bunca yalan ve uydurmalar düzüldüğü için ağlamanın  gerektiğini” söyler. Yine bir başka şia düşünürü Ali Şeriatî'  bu konu ile alakalı  “Keşke ben de seninle olsaydım da şehadetin büyük feyzine ulaşsaydım” mantığını şiddetle tenkit eder ve  Hz. Hüseyin için tutulan yaslarla ilgili olarak da şöyle der:“Mesele, şehitlerin efendisi için şehadet ânına kadar “ölümlü efsâne,” şehâdetten sonra “ebedî efsane,” şimdi de tüm zaman ve zeminlerin yaşayan efsanesidir. Bu düşüncede olan “hareket eden ölü bir kesim”in Hüseyin gibi ebedî bir efsâne olan biri için değil de, kendileri gibi “aşağılık bir ölü” için yas tutmak olduğunu anlamaları gerekir. Şeriati. Şiilere, Hüseyin'in ölümüne ağlamakla leş olup gidişiin tesellisini bulmak ve ruhlarına sevap kazandırmak yerine, onun izinden yürümekle, leş olup gidişii önlemeyi ve hareket eden ölü bedenlerine hayat ruhu vermeyi tavsiye eder

Musa el-Musavî de Âşûrâ gününde dövünmeye karşı çıkar ve “Tarihte hiçbir mukaddes ayaklanma Şiîlerin, Hüseyin sevgisi bahanesiyle Hüseyin ayaklanmasını çirkinleştirdiği kadar çirkinleştirmemiştir” diyerek bunun bir çirkinlik olduğunu nazara verir. İmamlara nispet edilen, “Hüseyin'e ağlayan veya ağlar görünen için Cennet Vâcip olmuştur” rivâyeti için de ,“Haşâ ki; İmam'dan böyle bir söz sâdır olmuş olsun!” der. Sonra da şöyle bir tashih çağrısı yapar:“İmam Hüseyin'in ayaklanmasını çirkinleştiren ve tamamen ters gösteren câhillerin bu gibi hareketlerini engellemek için, İmamiyye Şiîlerinin münevver tabakası, büyük gayret sarfetmelidir. Vâiz ve dâvetçilerin ise, daha açık ve şahsiyetli rol oynamaları icabediyor. Çok açık bir şekilde ifâde etmek istediğim gerçek odur ki, Âşûra günü İmam Hüseyin'i şehadete sevkeden sebep Şiîlerin çizmek istediği şekilden tamamen ayrı ve yücedir! Hüseyin, halkın kendisi için ağıt yakıp dövünerek zavallı göstermesi için değil, insanlara, fedakârlık, kararlılık, yiğitlik, zulüm ve istibdadata karşı mücâdele dersi vermek için şehid olmuştur. Bu itibarla İmam Hüseyin'in şehadetini anma töreni, hem güldüren, hem ağlatan câhilce ve aptalca hareketlerden uzak, onun şerefine yakışır bir tören olmalıdır! Nutukların irad edildiği, beliğ kasîdelerin bulunduğu Peygamberin, Ehl-i Beytinin ve Ashab-ı Kira-mın Allah yolunda cihad ve fedakârlıkla dolu hayatlarının anlatıldığı kültürel törenler yapılsa ne kadar iyi olurdu!“İşte böyle, Hüseyin'i anarken, yıkılmalı değil, yeniden yapılanmalıyız. Hüseyin'i mücâdele meydanlarında çirkinleştirip kötülemeksizin ona şeref hakkını tanımalıyız. Şâyet Hüseyin'in taraftarı ve sevenleri isek.”Musa el-Musavî bu konuyla ilgili olarak şöyle bir hatırasını anlatır:Şiîlerin tanınmış bir âlim ve şeyhinden otuz yıl önce duyduğum, hikmet ve aydınlık sözlerle dolu bir konuşmayı nakletmek istiyorum. O nur yüzlü çok yaşlı şeyh yanımdaydı. Gün on Muharrem, saat öğle vakti, tam oniki, mekân Kerbelâ'da İmam Hüseyin'in kabri. Bir de baktım ki, Hüseyin'e yas mâhiyetinde kılıç ve kama ile başlarına vuran büyük bir kalabalık kabrin bulunduğu yere geldi. Başlarından ve vücutlarının her tarafından akan kan insanı iğrendiriyordu. Arkalarından omuzlarını zincirle döven bir grup geldi. Burada ihtiyar âlim ve şeyh bana sordu:“Bu insanlar niçin başlarına bu kadar felâket getirirler?“Ne dediklerini duymuyor musun? Hüseyin'e ağlayarak ‘Vah Hüseyin'im’ diyorlar.”“Şimdi Hüseyin Yüce Allah'ın huzurunda değil mi?”“Evet.”“Hüseyin şu anda ‘Allah'tan korkanlar için hazırlanan ve göklerle yer genişliğinde olan Cennette’ değil mi?”“Evet.”“Cennette kapalı incilere benzer hurîler yok mu?”“Var.”Şeyh derin bir nefes alarak çok üzgün bir edâ ile şöyle dedi:“Vay bunların haline, ne kadar câhiller. Halen ‘Çevrelerinde hizmet için ölümsüz gençler dolaşan, main çeşmesinden doldurulmuş testilerin, ibriklerin ve kadehlerin bulunduğu Cennette olan bir imam için neden bunları yaparlar?”
Hz. Hüseyin'in ve Hz. Hasan’n vefatından sonra iman olarak insanların ona beyat Edildiğine dair, muahhar( sonradan yazılmış)  Şii eserlerini bir yana bırakacak olursak, ilk Şii kaynaklarda herhangi hir rivayete rastlamak mümkün değildir. Her ne hikmetse bu konular şii kaynaklarına çok sonraları girmiştir. Hz. Hüseyin de babası ve abisi gibi ilk üç halife'yi tanıyor ve itiraz etmiyordu. Ancak, diğerlerinden farkı halifenin secilmesinin şura heyetinden tek kişi bırakılmasını tasvip etmezdi. Buna rağmen abisi Hz hasan ile birlikte Hz Osman ı ihtilalcilerden uzun süre korumuş hatta bu uğurda yaralanmışlardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

HANGİ DİNE İNANIYORUZ? SÜNNİ YADA ŞİA GELENEĞİNİN DİNİNE Mİ, YOKSA ALLAH IN DİNİDE Mİ?

ÇOK DEĞERLİ DOSTLAR; Blokta yer alan konu başlıkları arşiv adı altında görünmektedir. Blogun içeriğinde İslamın başlangıcından sonra ge...