7 Eylül 2010 Salı

NEDEN Şİİ OLAMADIM !!!!....? 3

Dönem tarihinde İç çekişmelerin, yönetim paylaşımının, huzursuzluğun, bölünmüşlüğün en büyük sebeplerinden birisi, kabile kavgalarının siyaseti yönlendirmek istemesi ile eski kültürlerin dinselleştirilmesi arzusunun yattığını görürsünüz. Nitekim 632-943 yılları arasında imamlar ve halifeler etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski arap aile Kavgaları’na, yönetimi hangi kabile tarafından yürütülmesi gerektiği fikrine dayandığı görülmektedir. Her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal etmiştir.
Ümeyye oğulları, bedir Savaşı’nda Hz. Hamza ve Hz. Ali tarafından öldürülen yakınlarını; Haşim oğulları da Uhud Savaşı’nda ebu Süfyan'ın karısı hind'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Bunların dışında aynı İslam toplumu içinde kavmî ve kabilevî gururları zedelendiğini düşünenler ile islâm'ı içlerine tam sindirememiş gruplar varlığı, masela rebia ile hudar kabileleri de islam öncesi düşmanlıklarını içlerinden bir türlü atamayışları . Hariciler, bu rebia kabilesinden çıkmıştı. Siyasi rekabet, sonradan dini bir ayrılığa dönüştü. Rebialılar'ın çoğu bedevi idi. İslam devleti şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. Bedeviler cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmayanları düşman görüyorlar, öldürmekten de çekinmiyorlardı. Müslüman olduktan sonra, kendilerinden olmayanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görmeye başladılar. Kur'an'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski inanç ve anlayışlarına kur'an'ı kılıf yapmışlardı. islamın doğuş ve gelişme sürecinde inananlar arasındaki kavganın hemen hemen hepsi kabileler ve yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ümeyye oğulları ve haşim oğulları gibi . işte emevi saltanatının yıkılması ile bu sefer ebu talib oğulları ile Abbas oğulları arasında bir çekişme görülmektedir. her ikisi de peygamberimizin amcasıdır. ikisi de hz. Muhammed’i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır. ortada din kavgasının olmadığı en aydın dediğiniz insanlar arasında bile sadece aile ve iktidar kavgasının olduğu görülür. .
Yine bu süreçte Ali oğulları ile ümeyye Oğulları’nın ve Abbas Oğulları’nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur. Bu tür olay ali oğulları'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, imam musa-l kâzım'ın öz kardeşi Muhammed, öz kardeşi İsmail’in oğlu Muhammed, İsmail’in diğer oğlu ali, imam hasan-ül askeriy'in kardeşi Cafer kendi adlarına imamlık mücadelemsine girmişlerdir.
Bu tarihi gerçeklere baktığınız zaman çatışmaların kavganın neden körüklendiği son derece nettir. O günkü gerçeklerden farklı anlamlar çıkartmak nafiledir. Tıpkı   Şiilerin her ne kadar kendi inanç hareketlerinin hz peygamber döneminde cıkmış olduğunu iddia etsellerde, Hz. Ali devri ve hulefâyı raşidin devrinde, dostluk, sevgi ve muhabbet ötesinde bir mezhebî gruplaşmanın asla olmadığının bilindiği gibi. Böyle bir  iddia o dönemde yaşanan hakikatlerin içine konuyor olması iddia sahiplerinin ne kadar sığı ne kadar yapay bir düşünce içinde olduklarını gösteriyor. eğer öyle olsaydı bugünkü gibi cemaat içinde de iki ayrı akide olur İslam birliği olmazdı. Daha doğrusu İslam diye bir şey olmazdı.

Birileri demez mi nasıl yani?... ortada Hem bir Peygamber, Hem de Peygamber kadar güçlü ikinci bir imam peygamber mi vardı? O günlerde korkudan değil inanarak Allah ve resulünü kabul edip iman eden sahabe Hz Ali nin imam bir peygamber olduğunu da Hz Peygamberin telkini ile kabul etmez miydi? Hiç itiraz edebilirler mi, ederler miydi? Öpüp başlarına koymazlar mıydı? Bu emri Hz Peygamberin diğer emirleri gibi başlarının tacı yapmazlar mıydı?

Hem diyeceksiniz Hz Peygamber etrafından korktu  Ali nin imametini sakladı. Sonra  Allahın uyarmasıyla söylemek zorunda kaldı, farklı ortamlarda sözü eğip büküp başka şeyler söyleyeceksiniz. Geliştirilen bir söylemin için mantık bütünlüğü olması gerekmez mi? Şia kendi tarihi ile sorunlu her tarafı çelişkiler yumağı!!..

Konunun neresinden bakılırsa bakılsın  hiçbir surette şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. O günlerde bütün inananlar Hz Peygamber tarafında idi. O varken bir başkasının taraftarı olmaya lüzum yoktu. Çünkü o toplumun tek önderi ve tek lideriydi. Hz peygamber döneminde Ali r.a. seven insanların olması da gayet normaldir. Çünkü herkesin özel dostluk kurduğu insanların olması gayet doğaldır. Bu dostluklar dinsel anlamda bir taraf değildi. Ortada tek dini lider Allahın resulü vardı. Eğer ona bakılırsa Hz Osman’ında tarafı vardı. Ona da osman’ın şiası deniliyordu. Yani osman’ın dostları. Hem bu tarafgirlik Hz Ali nin kinden daha önceydi. Bu neyi değiştirir ki?

Yine Ali şiası olarak söylenen İslam içine fitne sokmak isteyen münafıklarca tezgahlanan ve ayrıcalık çıkartarak siyasi bir ihtilal hareketine dönüştürülerek Hz Osman’ı şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’nin yanında yer alan Ali şiası olarak bilinen malum grup da Hz Ali nin onlara en çok ihtiyaç duyduğu an ona ihanet ederek harici sıfatını kazananlardır. Onlar mısırdan örgütlenerek gelmişlerdi. Amaçları terördü. Yakmak yıkmaktı. Hz Osmanı şehit ettiler aynı zevatlar Hz Ali nin halife olması için zorladır. Daha sonrada Hz Ali ye ihanet ettiler. Hiçbir zaman ne Ali şiası ne de Hasan ve Hüseyin şiası onlara olumlu bir katkı vermemiştir.  Bütün dönemlerinde sevdiklerine ya da destek veriyoruz vereceğiz dedikleri yüksek karakterli insanlara ihanet etmiş, onlara verdikleri sözün ardında durmamışlar,  onların mazlum duruma düşmesine sebep olmuşlardır. Yani tarafı olmak taraf olan insanlara her zaman iyi sonuçlar kazandırmamaktadır.

 Hazreti Ali’nin halifelik döneminde çektiği sıkıntılar, siyasi kavgalar, iç karışıklıklar ve şehit edilmesi İslam düşmanlarının işine yaradı, onlara yeni bir acılım kazandırdı. Yeni Şiaların olmasına katkı verdi. Yahudi planının uygumla alanının daha etkin hale geldiğini, Hariciliğin dışında yeni bir anlayışın yani Hz Ali nin gıyabında bir Aliciliğin, şiacılığın oluşumunun hız kazandığını bu faaliyeti sürdürecek isimlerin bir bir ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu aşamalarda çıbanın oluşmasında en büyük etken meşhur fitneci Abdullah İbni Seben in  şia hareketinin sarsılmaz temellerini attığını görürüz görmesine de ne hikmetse bazıları bu ismi görmek istemezler. Böyle bir Yahudi nin bir inanç hareketin mimarı durumunda olması elbet de o inanç mensuplarını bu tür savunma refleksine sokar. Bu doğaldır. Ancak bu gerçeği değiştirmez. Üzerinden asırlar geçmiş bir gerçeği onca delile rağmen yok saymak kimi inandırabilir. Meshepler tarihini incelediğinde de görülecektir ki parçalara ayrılan şia meshepleri arasında sebeciler mevcuttur. Abdullah ibni sebe hayali bir şahıs ise bu fırka neyin nesidir? Bunu raddendeler hakiki tarihlere bakarak şu soruların cevabını öğrenmelidir.

6- FİTNE HAREKETİNDE ABDULLAH İBNİ SEBE GERCEĞİ

Abdullah ibni sebe kimdir?  Stratejisi neydi? Gerçekten yaşamış bir kimsemidir? Hangi kaynaklarda adından bahsedilir? Bazı şia ve şia dışındaki kimseler bunun varlığını neden reddederler? Bu kişinin etkin faaliyetleri;

İslam düşmanı Yahudilerin ileri gelen kanaat önderlerinin planında;  Müslümanlar arasında ayrılık çıkarılarak, İslâm’ın gelişmesine engel olunacak, sonra da İslâmî inanç  sistemi bozularak  itikada hurâfeler katılacak ve Müslümanlar  arasına, kalıcı bir fikir ayrılığı oluşturulması sağlanacaktı. Planın ana başlığı bu idi.  hedefin gerçekleşmesi için bu işin altından kalkabilmek zeka ve cesarete sahip lider gruplar oluşturulacak onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birliği sağlayan bütün değerler zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Yapılan her faaliyet de geri dönüşümler alınarak durum değerlendirmesi yapılacak, sonuca göre yeni stratejiler geliştirilecek, hedefe ulaşmak için plan gelişmelere acık uzun süreli amaç odaklı olacaktı ki, netice de öyle oldu.

Bu stratejinin doğal lideri fitne hareketleri ve komitacılığı organize etmekte usta olan Abdullah İbn-i Sebe Müslümanlar arasında çıkardığı ihtilaflarla ve iç harplerle belirlenen birinci hedefi gerçekleştirmişti. Sonuca ulaşmanın yolu buradan gidiyordu. Diğer esas amaç İslâm inancına hurafeler sokarak Müslümanlar arasında kıyamete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, fraksiyonlara bölmek onu yönünden saptırmaktı. İslamiyet’e ilk fitneyi sakon Müslüman gözüken, kâfirliğini gizleyen Yahudi  Abdullah ibni Sebe dir..

Hz. Osman’a karşı çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak ayaklanmalarını teşvik eden Abdullah İbni sebe 656 yılında mısır'dan Medine’ye şikâyet için gelenlerin başını çekmiş karmaşa oluşturarak Hz Osman ın şehit edilmesini sağlamış ancak, birlik ruhunu köreltememişti. Etrafı ile Hz. Ali nin yanında yer aldı ve onun taraftarı  "şia"sıymış gibi göründü. O dönemde bir ayrıcalık yaratmanın en geçerli yolu  “Ehl-i Beyt” sevgisini kullanmaktı. İşte  ibni sebe de bunu yaptı.  Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı, bu düşüncenin ileri geleni olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Bu konuda ne yapılması gerekiyorsa bir bir tezgâhladı. İç karışıklıklar, yetişkin sahabelerin bir bir ahrete göçmesi, büyüyen coğrafyada yeterli İslami eğitimin olmaması, iyi bir ortamdı. Bu şartlarda Ehlibeytin mazlumiyeti,  istismar için aranıpta bulunmayan bir fırsattı. İste Müslümanların içinde bulunduğu bu olumsuzluk ve zayıflıklar düşman için iyi değerlendirilen bir fırksat oldu. Bir yandan Hz Ali taraftarı gözüküp bilinçsiz halkı hz Ali yi ilah yerine koyma faaliytlerini sürdürürken bir taraftan haricilerin akıl hocalığını yapıp  Hz. Ali’den kaçan Haricilerlerin reisi Evfa oğlunu buldu. Onunla işbirliğine gitti.  Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.
Diğer taraftan Hz. Ali, inananların akidesi bozan fitne ve bozuk düşünce üreten Yahudi ibni sebe yi bu faaliyetlerinden dolayı İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdü.

Ancak işbirliği yaptığı harici reisi ibni sebenin planını uygulamaya koydu. Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesi için üç suikastçı ayarladı bunlar üç sahabeyi, Ramazan’ın 17. günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.
İbn-i Sebe, Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndererek. “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır...” gibi hurafelerle insanları inandırmaya ve aldatmaya devam etti.
Her bir bölge için oranın şartlarına göre farklı projeler üreten İslam düşmanları bir yandan da İran’da yapacakları ihanet planlarının aşamalarını belirlemekteydi. İran geçmiş kültürü oldukça güçlü bir gelenekten geliyordu. Onlara göre Araplar daha ilkel, fakir yeni kurulmuş bir çadır devletiydi. Kendileri ile kıyası mümkün değildi. Asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından yok edilmesi kolay kabul edilir bir şey değildi.

Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. Bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Acemlerin çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır. Şu da unutulmamalıdır ki İranlıların sasani imparatorluğuna son veren Hz. Ömer’e karşı gizleyemedikleri bir nefreti bulunmakta onun inancını da paylaşmak istememekteydiler.  Bunlarla birlikte şartlardan doğan olumsuzluklar nedeniyle O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün kurumlarıyla yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, yetersiz durumda olduğundan, etkin bir eğitim verilemiyordu. Toplum asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisiyle eski yanlış inançlarından vazgeçemiyorlar,  örf ve ananelerini İslâmiyet’le birlikte devam ettirmesinde, İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlanmasında bir beis görmüyorlardı. Bunlar islamı kabul etmiş görünseler de kendi geleneklerinden kolay vazgeçecek bir yapıda değildi. His plânında İslâmiyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı. Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın hilafet sorunu ile ilgili Ali ve Ehlibeyti yaklaşımını benimsemesi rasgele bir olgu değildir. İranın fethedilmesi  ile iranın İslamlaşamadığın fakat bu coğrafyada islamın İranlaştığını görüyoruz.

İran kültürü ile "imamların masumiyeti" düşüncesi arasındaki ilişkiyi çok dikkate değerdir. Fars kralları, insanları ilahi iradeyi temsilen yönetiyorlardı. Bilakis İranlılar şuna inanıyorlardı ki; “kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vah yetmesidir. Daha sonra kralın yerine imam konmuştur. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti”.İmama karşı gelmekte aynen öyledir.  İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi tesadüfî değildir. Her halükârda tanrı adına yönetim/teokrasi söz konusu çağlarda çok yaygındı ve birçok devlette var olan bir düşünce idi. İranın yanında   Irak da , eski medeniyetlerin birleştiği bir yer ve Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları  bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce­si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğuruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldi­ği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... İşte bu se­bepledir ki Irak'ın düşünce yapısına uygun birçok felsefî görüşler, şiilik inancına karıştı. İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)'in, devrinde yaşayan Araplarla bu toplu­luk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinlerindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acayip inanç sahipleri ve harika mezhepler yetiştirir. Bu iklimin hal­kı gözü açık, araştırmacı, görüş ve İnançları inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars kralı olan Kisralar döne­minde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri ki­şiler çıkmıştır. Hicaz'ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."

Buradan da anlaşılacağı gibi Irak eskidenberi düşünce ve inanç­ların birbirleriyle yarıştığı bir saha idi. Bu sebeple siyasi ve itikadı mezheplerin Irak'ta meydana gelmesi çok tabii ve şiiîiğin burada ya­yılıp gelişmesi çok normaldi.
Eski kültürlerin dine yamanma çalışmaları bu bölgede olduğu gibi şia felsefesinin yoğun olarak yaşandığı her bölgede kendi geçmiş kültürlerinin dinin bir parçasıymış gibi algılandığını görmek mümkündür. Bu toplumlar; doğru islamı değil, o yörenin doğruları ve toplum önderlerinin öğretilerini islam kabul etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki farklı bölgelerde kabul gören şia anlayışlarının içinde her bölgenin kendi kültürleri din gibi algılanmıştır. İmamiye şiasında İran kültürü, Türk Alevilerinde şaman kültürü, zeydiye de yemen kültürü vb.
İşte Abdullah İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirerek, bölgenin kültürleriyle benzeşen malüm fikirlerini, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler... Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır...” diye telkinlere başladılar. Kabul gördükçe daha ileri giderek Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, onun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıkmasını sağladılar. İranlıların eski kültürlerinde var olan  tevhit akidesini yok etmeye yönelik “Hulûl Akidesi’ni yayma işinde başarılı oldular. Hz Ali nin ölümüne bile bu akideye uygun yorum getirip ölenin bir şeytan olduğunu Ali nin ölmediğini göklere çıktığını söylemekten ve tabana yaymaktan bile geri kalmadılar.

Müslümanlar gerçek anlamda fitnenin meyvesiyle ilk ayrılık tohumuyla bu bölgede tanışmış oldu. Fesatların faaliyetleri belde belde devam etti. Her coğrafyanın yapısı ve kültürüyle uyumlu getirilen batıl yorumlar farklı şia anlayışlarının oluşmasına neden oldu.

Bu grubu zamanla Yahudiler, Mecusileri ve Hinduları da yanlarına alarak, Yahudi, Mecusi ve Hindu inançlarını İslam inancı olarak yaydılar. İşte bugünkü anlayışın ilk mimarı ilk temel atıcıları bir grup oluşturdular. Bunlar; Abdullah ibni sebe ve sebailer, rafiziler, hariciler, Süleyman bin sard, muhtar sakafi, hasan-ül herşi, ebu-s seraya, buveyhiler'in hepsi şii'dirler. Aslında bu grupların bir coğu kendi menfaatleri için ortaya çıkmış, menfaatleri çelişince ebu-s seraya gibi Ali oğlu imamlar'ı öldürmekten bile geri durmamışlardır. Zaten Ali Oğulları bu Sebeiyye fırkasını hep lanetlemişlerdir. Bu konuda bazı tarih kitaplarından alıntı yapacak olursak;

El-Keşi, Rical isimli kitabında bazı ehli ilimin şöyle söylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi. Müslüman oldu, Hz. Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taşkınlıkta bulunurdu ve Yuşa bin Nun Musa aleyhisselamın vasisiydi diyordu.) Resulullahın vefatından sonra da Hz. Ali hakkında aynısını söyledi. İlk önce açıkça Hz. Ali’nin imamlığının farz olduğunu söyledi ve kendilerine karşı gelenleri kâfirlikle itham etti. Buradan da anlaşılacağı gibi Rafızilik temel inançlarını Yahudilikten alınmıştır. (Rical el-Keşi – sy.101 Müessetül eâlimi bikerbela el ırak)

Abdullah İbni Sebe, hile ve tuzak kuran casusluk eden bir kişi olduğu için kendini kamufle etmiş herkese değişik şeyler söylemiş, izini belli ettirmek istememiştir. İşte bu yüzden tarihçiler Abdullah bin Sebe’nin kimliğinde, aşireti ve memleketi hakkında çeşitli haberler vermişlerdir. Bununla birlikte günümüz  bilmiş bir kısım düşünürlerle birlikte bazı şia düşünürleri Abdullah ibni sebenin sanal olduğunu iddia eder bugünden geçmişteki pencereye perde çekmeye kalkarlar. Oysa bu sürecin yaşandığı dönemlerde yaşamış elli insanın bunu doğrulayan eserleri vardır. Bunlardan başka yine o dönemde yaşamış şia Alimlerinden Abdullah ibni sebenin varlığı kabul edenler on kişinin üzerindedir. Bunlardan El Naşi , El Kami, Nubahti,  Taberi ,Ebi Muhnif, vb. günümüz yazarlarından  Dr. Ahmet bin Abdullah bin İbrahim el Zağibi’nin El unsuriyye tul yahudiyye kitabında bu konuyu anlatmaktadır..

El- Nubahti, Şii Fırkası kitabında şöyle diyor: Abdullah bin Sebe, Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve diğer Eshabı kötülemeyi başlatandır. Ali aleyhisselamın emrettiğini söylerdi. Ali (a.s) onu çağırıp böyle söyleyip söylemediğini sordu, söylediğini itiraf etti. Bunun üzerine öldürülmesini emir verdi. İnsanlar araya girdi feryat ettiler, Müminlerin emiri! Seni ve ehl-i beytin sevilmesini ve dost edilmesini söyleyen birisini mi öldürüyorsun! Ali (a.s) onu o zamanın Fars devletinin başkenti olan Medayin’e sürdü.

Medayin’de Ali’nin (a.s) ölüm haberini duyuran kişiye Abdullah bin Sebe şöyle dedi: Onun öldürüldüğünü ispat eden adil yetmiş kişi getirsen ve yetmiş paket içinde onun beynini getirsen yine de onun ölmediğini ve öldürülmediğini biliriz. Tüm yer küresine hakim olmadan da ölmez. (Nubahti, Firak el şia s. 43-44 Haydariye matbaası baskısı Necef. Irak Hicri 1379-Miladi1959)

Abdullah İbni Sebe’nin var olduğunu sadece Ömer bin seyf’mi iddia etmiştir

Bir kısım şiacıların ibni Sebe’yi inkâr etmelerinin nedenini, insanlar arasında ibni Sebe’nin haberlerinin yayılmasında tek kaynak Taberi’ olduğu ve bu haberlerin tamamı Seyf bin Ömer’in rivayetlerine dayandığı, bu sebeple Cerh ve Tadil âlimleri Seyf’in zayıf biri olduğunu sözüne dayandırmaktadırlar. Hâlbuki İbni Sebe hakkında ki haberlerin tek kaynak Taberi olması ve bu haberlerin tamamının Seyf bin Ömer’in rivayet etmesi iddiası doğru değildir Seyf’ten bazı rivayetler vardır Taberi’de bu rivayetler yoktur. Örnek:

1- İbni Asakir yoluyla (t. 871 h.) kendi Tarih kitabında (29//9) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberide yoktur.

2- Maliki (t. 741 h.) yoluyla Temhid ve Beyan kitabında (s. 54) Seyf bin Ömer’den rivayet var Taberi de yoktur.

3- Zehebi yoluyla (t. 748 h.) İslam Tarihi kitabında (2/122-123) Seyf bin Ömer’den rivayet var, yine bu rivayet de Taberide yoktur.

Bu üç yolla gelen rivayetler gösteriyor ki: İbni Sebe hakkındaki haberleri veren Seyf bin Ömer’in bildirdiği rivayetleri sadece bildiren Taberi değildir. Demek ki bu haberlerin tek kaynağı Taberi değildir.

Sia tarihcilerinden, Sia kaynaklarina göre muteber kisiligiyle bilinen el-Kesi de itiraf etti: El-Kesi, Rical isimli kitabinda bazi ehli ilimin soyle soylediklerini naklediyor: Abdullah bin Sebe Yahudi idi ve musluman oldu, Hazret-i Ali’ye tâbi oldu, (Yahudi iken de taskinlikta bulunurdu ve Yusa bin Nun Musa aleyhisselamin vasisiydi diyordu.) Resulullahin vefatindan sonra da Hazret-i Ali hakkinda aynisini soyledi. Ilk once acikca Hazret-i Ali’nin imamliginin farz oldugunu soyledi ve kendilerine karsi gelenleri kâfirlikle itham etti. Bunun icin Siaya muhalif olanlar diyor ki: (Rafizilik temel inanclari Yahudilikten alinmistir.) (Rical el-Kesi s.101 Muessetul eâlimi bikerbelae el irak)

Siilerin cerh ve tadil imami el-Memakani de tenkihil makal kitabinda el-Kesi’den naklederek ayni sozleri kitabina almistir. (Memakani, Tenkihil makal, s.184, cild 2 Tahran)

Nubahti kimdir?

El Nubahti, butun sia kaynaklarinca durustlugu ve saglam oldugu bildirilen, kendi zamani ve ucuncu asrin oncesi ve sonrasi ustun saydiklari, sia tarihcilerince el-Necasi lakapli, sianin muteber kabul ettigi âlimlerinden biridir. (el- Fihrist lil Necasi, s. 47 Hind baskisi Hicri 1317)

El-Tusi, Nubahtinin, guvenilir oldugunu, kelamci, filozof ve imamiyye itikadinda oldugunu soylemektedir. (Fihrist El-Tusi, s.98 Hind baskisi Miladi 1835)

Nurullah El-Tusturi de Nubahti hakkinda soyle demektedir: (O, el hasan bin musa el Nubahti’dir. Cerh ve tadil âlimlerinin en buyuklerindendir.) Ayrica, el-Tusi gibi, Nubahti’nin guvenilir oldugunu, kelamci, filozof ve imamiyye itikadinda oldugunu soyluyor. (Meclisil Muminin lil Tusturi, s.77 Iran baskisi)

 İbni Sebe hakkındaki haberlerin tek kaynağı sadece Seyf bin Ömer olması iddiası  görüldüğü gibi asla doğru değildir.  Bazı rivayetler vardır ki Seyf, senetlerinde yoktur. Araştırmalarda görülen şudur ki, hiçbirinin senedi Seyf bin Ömer’e dayanmıyan birkaç nassı İbni Asakir’in tarihinde mevcuttur. Bundan seçilmesinin  nedeni ise, Taberi’de olduğu gibi, bildirdiği haberleri rivayetlerine dayandırmasıdır.

Birincisi: İbni Asakir’in zikrettiği ve senedini el Şabi’ye dayandırdığı haberdir. Dedi ki: İlk Allah’a yalan söyleyen Abdullah bin Sebe’dir.

Bu konuda bir çok rivayet mevcuttur. Bunlardan;

 İbni Asakir’in senediyle Ammar el Dehni’ye dayandırdığı haberde diyor ki: Eba el Tufeyl’den duydum diyor ki: Ali minberdeyken Müseyyib bin Necbe’nin İbni Sevda’yı getirdiğini gördüm, Ali buyurdu ki: Onun suçu ne? Dedim ki: Allah’a ve resulüne yalan söylüyor.

Yine bir rivayet: İbni Asakir’in senedi ile Zeyd bin Vehb’e dayandırdığı haberde diyor ki: Hz. Ali buyurdu ki: Ben bu siyahiden beriyim. Bir başka rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle, o da Seleme’den naklen diyor ki: Seleme dedi ki:

Eba el Za’radan duydum o da Hz. Ali’nin şöyle dediğini bildirdi: Bu siyah yağ küpünden ben beriyim.

Diğer bir rivayet: İbni Asakir’in Şu’be senediyle o da Seleme bin Kehil o da Zeyd’den naklen dedi ki: Ali bin Ebi Talip buyurdu ki: Abdullah bin Sebe’yi kast ederek - Ben bu siyah yağ küpünden beriyim - çünkü o Ebi Bekir ve Ömer hakkında ileri geri konuşuyordu-

Benzer bir rivayet: İbni Asakir’in senediyle Seleme bin Kehil o da Haciyye bin Adıy el Kendi’den naklen dedi ki: Hz. Ali’yi minberde gördüm şöyle buyuruyordu: Şu Allah ve Resulüne yalan söyleyen siyah yağ küpünü İbni Sevda’yı kast ediyor- cezalandırmamda beni kim mazur görmez ki! Bunu öldürdüğüm için bazı kimseler beni kınamayacak olsa, Nehr ahalisinin kanlarına benim sebep olduğumu iddia ettikleri gibi bunlardan bir tepe oluştururdum. [Bunların hepsini öldürür, üst üste koyardım.]

Verilecek rivayetlerden biri daha: İbni Asakir’in senediyle Ebu Ahvas o da Mugireden o da Semmak’dan naklen dedi ki: Ali, İbni Sevda’nın Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in üstünlüğü hakkında ileri geri konuştuğunu duyunca hemen onu çağırdı bir de kılıç istedi. [Öldürmekten vazgeçti] Onunla konuştu ve benim bulunduğum şehirde bulunmayacaksın dedi. Medayin’e sürgün etti. İbni Asakir, Tarih Dimaşik (29/7-10)

Seyf bin Ömer’in Cerh ve Tadil âlimlerince muhaddis olarak zayıf bilinmektedir. Bu cümleye dikkat edilmesi yerinde olacaktır.

 Alimlerin bu cümlesinde  sadece muhaddis alanında demektedir. Tarihten bahsedilmemektedir.

TARİH KONUSUNDA ZAYIF OLDUĞUNU SÖYLEYEN DE YOKTUR.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

HANGİ DİNE İNANIYORUZ? SÜNNİ YADA ŞİA GELENEĞİNİN DİNİNE Mİ, YOKSA ALLAH IN DİNİDE Mİ?

ÇOK DEĞERLİ DOSTLAR; Blokta yer alan konu başlıkları arşiv adı altında görünmektedir. Blogun içeriğinde İslamın başlangıcından sonra ge...