İMAMET KURAN'İ BİR İFADE OLMAMASINA RAĞMEN YAKLAŞIK KURAN IN ÜÇTE İKİSİNİ İMAMLARA AYIRDILAR. İMALARIN YAŞADIKLARI DÖNEMLERDE İSLAMA YAMAYAMADIKLARI HÜRAFELERİ KAYIP İMAMDAN SONRA YAMADILAR. SAH İSMAİLE DÜŞMANIZ DEDİLER AMA ONUN PALININ VE İCRAATLERİNİN UYGULAYICISI OLDULAR.
Şiacılar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet baskanları, imamlar İdareciler ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i mesru idareci oldukların inanırlar ve on ikinci imamlarının bir müddet sonra geleceğini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün Müslüman halifelerini dirilteceğini, o da onları sorguya çekeceğini, (hasa!) zulmettikleri, gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar uygulayacağını iddia etmektedirler.
Oysa Şiilerin on ikinci gayb olan imamın dünyaya gelip gelmediği de o kadar kesin değil. Bir rivayetde, zamanın Alevilerinin tuttukları nüfus kütüğüne göre; şianın imameye kolunun ma'sum (!) olan on birinci imamları çocuksuz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve addet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardesi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde on birinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. İddia ettikleri on ikinci imamları ise tamamen hayali bir şahıstır. Çocuk bırakmadan vefat eden Hasan el-Askeri'ye nispet ettikleri bir yalandır. O zaman Alevileri çocuk doğdukça kaydeden siciller vardı. Hasan el Askeri'ye böyle bir çocuk kaydedilmemiştir. O çağda yasayan Aleviler de Hasan el-Askeri'nin vefat ettiğinde erkek çocuk bıraktığını bilmiyorlar. Hasan el-Askeri çocuksuz olarak vefat edince Imamiyye'nin imamet silsilesi durmuş oldu. Mezheplerinin onun ölümüyle öldüğünü, imamları olmadığı için imamsız kaldıklarını gördüler ve durumu kurtarmak için, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu olduğunu, bunun da on küsur asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını, halen de hayatta olduğunu, İslâm’daki sârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zül men idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.
Yine yalancılardan olduğu bilinen Beni Nümeyre kölelerinden Muhammed b. Nusayr ortaya Hasan el-Askeri'nin sirdapta (babasının evinde) gizli bir oğlu bulunduğu fikrini ortaya attı ki kendisi ve arkadaşları Şiiler'in halk tabakasından ve zenginlerinden imam adına zekât toplayabilsinler ve böylece de kendilerinin imamiye olduğu iddiasını devam ettirsinler. Bu Muhammed b. Nusayr hayali sirdabın kapısı olmayı hayali imam ile Şiiler arasında zekât toplamak görevini kendisi üstlenmek istedi. Arkadaşları ona muhalefet ettiler ve bab (kapının) Hasan el-Askeri'nin evi yakınında bulunan Hasan Askeri'nin alış veriş yaptığı bir yağcı olmasında ısrar ettiler.
Bu anlaşmazlık baş gösterince Muhammed b. Nusayr onlardan ayrılarak kendisine nispet edilen Nusayriyye mezhebini tesis etti. Arkadaşları ise hayali onikinci imamın evlenmesini ondan çocuklar ve torunlar olması hilesini düşünerek imamlığın devam etmesi ve böylece de İmamiye mezhebinin devamı hilesini düşünüyorlardı. Fakat bunun Alevileri kaydeden görevliler tarafından yalanlanacağı, yalan olduğu ortaya çıkacağı anlaşılınca, bunun Abbasiler ve emirleri tarafından anlaşılacağına kanaat getirince on ikinci imamın sirdapda kaldığını onun "Gaybubeti Suğra" (Küçük kayboluş) ve "Gaybubeti Kübra" (Büyük kayboluş) olmak üzere sirdabda kaldığını iddia ettiler.
Bir başka rivayetde;
Muhammed b. Cerir et-Taberî , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el-Askeri'nin çocuğu da yoktu.
(İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbni Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arife gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)
Şiiler hayali on ikinci imamın sîrdab'a (mağara) girdiğinde yaşının iki, üç veya beş olduğuna inanırlar. Oysa bu yaşta bir çocuğun Kur’ân ilmini bütünüyle kavraması, dinde müçtehit olması, islamdan bihaber bir çocuğun imam kabul edilmesi tabiî ki düşünülemez. Sonuç olarak düşünülmese de hikmetin arkasına saklanılarak batılın hak olarak düşünülmesine çıkar bir yol bulunuyor. Çünkü bunun adı inançtır. İnancın desteğine hikmet konunca bütün sular durulurr. Doğruya da yanlışa da hikmet!. Tabi akıl kullanılmaz beyinler birilerine kiraya verilirse, birileri kendi çıkarı uğruna bir şeyleri düşünür bir takım inanç sistemleri oluşturur, ballı bir hikmet lokmasıyla cehalete yutturursa sonuç bundan farklı olmaz. Atalar böyle inanacaksın demişler yoruma ve sorgulamaya ihtiyaç duyulmadan bir sürü uydurma tevillerin desteği ile hurafeler din olarak algılanması sağlanmıştır.
Çünkü bu olgunun altında bir takım çıkar çevreleri ve varlığı buna bağlı olan insanlar var. O yüzden bunlar bu yapının bozulmasını istemez. Eleştirel bir İslami yaklaşımın yeşermesini sürekli gelenekçi kesimler engeller bu her yerde aynıdır. Niçin? Denilirse, Çünkü böyle bir yaklaşım yaygınlaştığı takdirde bu eleştiri alışkanlığını bizatihi imamet geleneğine yöneldiği zaman bu işin başında olanların hayatta kalmaları zorlaşacak. Çünkü eleştirilere, yanlış uygulamalara cevap vermeleri gerekecek… mevcut durum bir anlamda kölelik sistemidir. Çünkü insanları sürü gibi güdülüyor. Bunun bozulması kimin işine gelir? Oysa, insanlar sürecin içinde olsa alınan kararlar istişareyle müştereken, alınsa tabi ki işler değişecek. O zaman saltanat olmayacak. mezhep olgusu sadece teolojik, kelami bir olgu değil aynı zamanda siyasi boyutu olan bir olgu.
Konuyla ilgili tarihi hakikatleri biraz daha irdeleyerek bugüne gelirsek;
Şehristanı'nin belirttiğine göre de: "İbn Sebe. Hz. Ali'nin imametine ilişkin olarak ilk söz söyleyen kimsedir." Yine onun anlattığına göre Sebeiyye: "Fırka olarak ilk kez tevakkuf, gaybet (kaybolan imam) ve ric'at (imamın bir gün geri döneceği) görüşünü ileri sürendir(el-Milel: 1/174)
Sebeiyye'nin ihtilafına ve farklı farklı fırkalara bölünmesine rağmen bir zaman sonra onların bu görüşlerine Şia sahiplendi. Şia bundan böyle Hz. Ali'nin imametine ve halifeliğine sahip çıkmış ve bunu savunur olmuştur. Bununla ilgili olarak kendilerince nass (delil) sunmuşlar ve vasiyyetin varlığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler de aslında İbn Sebe'ın geriye bıraktığı görüşlerdi. (el-Milel:1/146; Makalatu'l-İslâmiyyîn: 1/65-89)
Şia’da 12. imam gelmeden devlet kurulamıyor Zekât toplayamıyor, cihad yapılamıyordu. Çünkü bunlar on ikinci imam gelmeden yasaktı. Bu geleneği Humeyni “12. imam gelmedi diye İslam’ın bu kadar emirleri muallâkta, boşta mı kalacak?” düşüncesiyle Irak sürgünü esnasında ve velayet-i fakih nazariyesini geliştiriyor, yani biz 12. imama vekâleten devleti kuralım diyerek yola çıkıyor ve bu işi başarıyor. Burada şu hakkı da sahibine teslim etmek gerekir ki bugünün şii alimlerinden olan Ahmed el- Katip “Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” adlı kitabında bu anlayışı ve Şeraiti çizgisini çok daha ileri götürerek şii düşüncesinin bir çok inancını temelden sarsacak tarihi hakikatleri ortaya koyuyor. Ahmet el- Katip, 10 asır geçmiş hala 12. imam gelecek; gelmeden devlet kuramıyoruz, hâlbuki dünyada zulüm zulüm üstüne… Yani 12. imam gelene kadar Müslümanlık yaşanmayacak mı?. Bu anlayışın islamın özüyle bağdaşmadığına dikkat çekerek on ikinci imamın tarihte hiçbir zaman yaşamadığını, böyle bir şahsın efsane, mitoloji olduğunu belirterek bu konuyla ilgili rivayetleri doğrudan inceleyerek ortaya koymuştur. Daha sonra Ehl-i Beyt’in ilk üç-dört asrında Ehl-i Beyt çevrelerinde nass ve vasiyetin değil de şura prensibi egemen olduğunu ana Şii kaynaklara dayanarak göstermiştir. Yani Müslümanların kendilerini kim yönetecekse buna kendilerinin karar vermesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Ancak, bu gerçeğe tahammülü olmayan bağnaz ve gelenekçi düşünce tek çıkar yol olarak Ahmed el- Katip’i yaşadığı çevrede en ağır itham olarak kabul edilen Sünnileşme ya da gizli Sünni olmakla itham etmişlerdir. Onu kendi dünyalarında yalnız bırakarak o düşüncenin yayılmasının önüne geçemeye çalışmışlardır. On ikinci imam düşmanları öldürecek diye kayıp oldu iddiasında bulunanlara karşı Ahmet El- Katip ne diyor?
“İşte İran’da Şii devleti kuruldu. On ikinci İmamın Korkmasını gerektirecek bir şey yok niye çıkmıyor ?” Demektedir. Bu makul adam haksızlık mı ediyor? Asırlardır kurulu düzenin sünnetullaha aykırılığını saçmalığını fark eden ve bu Hakikati cesaretle savunan örnek insana bunca düşmanlık niye! ? Yine bir başka şia alimi Ali Abdurrazık imamet meselesini dinin dışında seküler bir şey gibi görmekteyken bu gerçeklere direnç neden?
Bu konuyla alakalı Kim tarafından rivayet edildiği ve senedinin güvenilirliği konusunda İslam âlimlerince pek güvenilir bulunmayan ancak şianın çok itibar ettiği “Kim (bir imama) biatsiz ölürse, câhiliyyet ölümü üzerine ölür.” mealindeki hadis İmam Ahmed bin Hanbel'e sorulduğunda;
“İmamın kim olduğunu bilir misin? İmam, imametinde bütün müslümanların ittifak ettiği kimsedir”. Demiştir. Oysa şiacılar bu imamların kendi projelerindeki imamlar olarak nitelemişlerdir. Dedim ya inanç!
Bu hadisin Müslimin rivayetinde, Harre mevkiinde cereyan eden bir hadise üzerine İbn-i Ömer, Abdullah b. Mutin'e geldiğinde; Ebu Abdurrahman (İbn-i Ömer)’a bir döşek seriniz otursun; demesi üzerine İbn-i Ömer: “size oturmağa değil, bir hadisi nakletmeğe geldim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Her kim itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a fiili hususunda lehine hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (emire) biati olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür:” (Müslim Kitabül İmare 13).
Bu hadisi İbn-i Ömer, zamanın emiri Yezid'in hal edildiği bir zamanda nakletmiştir. Hadis, Ulûlemre itaat etmeyenin, onlara karşı kılıçla çıkanların cahiliyye ölümü üzerine ölecekleri hükmünü ifade ettiği bildirilmiştir. Bu ise şiacıların durumuna taban tabana zıttır. Onlar âmirlere uymayan veya istemeyerek uyan insanlardır. Bu konu ile alakalı birden fazla hadis bulunmaktadır. Bunlar;
Cündüb b. Abdullah el Beceli'nin rivayet ettiği diğer bir hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Her kim, hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyet ve asabiyete çağırarak yahut kavmiyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir câhiliye ölümü olur” (Müslim Kitabül İmare 13).
İmamet mevzuunun kurumsallaştırılması ve iran ın Şiileşme faktörünü anlatan tarih kitaplarında, İran’ın Hz. Ömer’in hilafeti zamanında fethedilmesi, birliğinin bozulması ve gücünün kırılması üzerine, Hz. Ömer’den, dostlarından ve askerlerinden intikam almak cihetine gittiler. Onların, kaybettikleri iktidarlarını tekrar ele geçirme çabaları ve bu konuda ki aşırı ihtirasları, İran Yahudilerinin, bu bölgedeki Müslümanlar arasında fitne tohumları ekmek için, fevkalade müsait bir vasat bulmaları sağladı. Ortak noktalardan birisi, İran melik’i Yezdcurd’un kızı Şehrbanü’bub, İranlı diğer esirlerle birlikte Medine’ye getirilmesinden sonra, Hüseyin b.Ali ile evlenmiş olmasıdır. Yahudilerin, müminlerin emiri, Müslümanların halifesi Hz. Osman’ı şehit etmeleri ve bilgisi ve izni dışında Hz. Ali’nin arkasına sığınmaları, Ali’nin ve evladının velayetlerini ve hilafetlerini iddia etmeleri üzerine, İranlılar, Hz. Ömer’den, dostları ve İran’ı fetheden ashabtan, hilafeti İslam fütuhatını doruk noktasına ulaştıran, eğrilikleri doğrultan ve asileri sürgün eden Hz.Osman’dan intikam alma konusunda, Yahudilere yardım ettiler. Böylece İranlı’lar bilhassa Zeynul ağabeydin lakabıyla tanınan Ali b el-Hüseyin’in ve onlarca mukaddes bir sülale olan Sasani soyundan gelme İran meliki Yezdcurd’ün kızı Şehrbanü’dan dolayı İranlı kabul edilen çocuklarının kanlarının akması üzerine, bu bozguncuyu ve isyankâr Yahudilere yardımlarını artırdılar.
İranlıların çoğu, işte bu sebeplerden dolayı Şii oldular; sahabeye; özellikle İran fatihi ve Mecusi ateşini söndüren Ömer ve Osman’a sövmekle teselli buldular. Böylece onlar, Yahudilerle birleştiler; bu gayenin tahakkuku için onlarla işbirliği yaptılar; onların yoluna uydular, metodlarının benimsediler. Uzun süre İran’da ikamet eden ve İran tarihini derinlemesine inceleyen İngiliz müsteşriki Browne, bu konuda şöyle der: “İranlıların ikinci Halife Ömer’e düşman olmalarının en önemli sebebi, Ömer’in Acem ülkesini fethetmesi ve Sasanilerin iktidarına son vermesidir. Her ne kadar onlar, bu düşmanlıklarına, dini ve mezhebi bir şekil vermişlerse de, düşmanlıklarının gerçek sebebi, dini ve mezhebi değildir.”( E.G Browne, Tarihu Edebiyatı İran, s. 217) Aynı müsteşrik, bir başka yerde, daha açık olarak şunları yazar: “İranlıların, Ömer b. el-Hattab’a düşman olmalarının sebebi, onun Ali ve Fatıma’nın haklarını gasbetmiş olması değil, tersine İran’ı fethetmesi ve Sasani hâkimiyetine son vermiş olmasıdır” Browne, daha sonra İranlı şairin şu beyitlerini zikreder:
“Ömer, Sasanilerin uzun saltanatına son verdi. İran meliklerinin en büyüklerinden olan Cemşid Oğullarının hâkimiyetini ortadan kaldırdı”.
İranlıların, Ömer’e düşman olmaları, Onun Ali’nin hilafet hakkını gasbetmesinden değil, bilakis İran’ı fethetmesinden kaynaklanan eski bir meseledir”.( Brown, c.4 s.49 )
Browne, devamla şöyle der: “Ali b. el-Hüseyin’in annesinin, melikleri “Yezcurd”ün kızı olduğunu bilmeleri sebebiyle, Ali b. el-Hüseyin’in evladına bağlanmakta teselli ve itminan buldular. Meliklik haklarının, dini haklarla birlikte, onun çocuklarında toplandığını kabul ettiler. Böylece onlar arasında, siyasi münasebetler hasıl oldu. Bu sebepledir ki, İranlılar, meliklik haklarının ancak semadan ve Allah’tan geldiğine inandıklarından, meliklerini kutsallaştırdılar ve onlara sımsıkı bağlandılar”.( Browne, c1 s. 215)
İMAMLARIN KENDİlLERİNİ İFADESİ
İmamların hayatları incelendiğinde görüleceği gibi İlk İmamların sözlerinde bugünkü manada bir imamet anlayışına rastlanmamasına rağmen, Şiacılar İmamet mevzuunu imanın bir esası saymışlar mesheplerini uydurmalarla doldurmuşlardır. Uydurma olan imamet meselesi de bu mezhebin en büyük problemidir. "Vasiyet" konusu, bizzat Hz. Ali tarafından yalanlanmıştır. İbn Abd-i Rabbih, Abdullah b. el -Kevva'nın, Hz.Ali'ye, Hz. Peygamber'in kendisine bir şey vasiyet edip etmediğini sorduğunda Hz. Ali'nin ona: "-Ey Allah'ım O'na ilk iman eden benim, yine O 'nu ilk yalanlayan ben olamam. Bende Hz. Peygamber' in bir vasiyeti yoktur. Şayet böyle bir şey olsaydı ne Temim, ne de Adiy oğullarından birisini minberde bırakmazdım." diye cevap vermiştir.
Ne İmam cafer-üs sadık, ne de ondan sonra gelen imamlar halifeliğin kendilerinde olmaları gerektiği konusunda bir mücadelenin içinde yer almamışlardır. Onlar hz. hasan'ın vasiyetine uyarak velayet ve imamet ile yetinmişler, halifelik tekliflerini dahi geri çevirmişlerdir. Çünkü biliyorlardı ki, hilafet ile velayet ayrıdır ve gerçek hilafet 30. yılda bitmiştir
Yine İmamı Ca'fer es-Sadık, hayatı boyunca ilim, fıkıh ve zühtten başka bir şeyle ilgilenmemiş ve kendini imamlar zincirinden saymamıştır. Birden fazla halife döneminde yaşamış olmasına rağmen Ca’fer es-Sâdık, siyasetten uzak Kalmış, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki olumlu görüşleri sebebiyle de bu halifelerin baskısı altında kalmamıştır. Hiçbir zaman imamlık iddiasında bulunmayan ve bu konuda hiç kimseyle tartışmaya bile girmeyen Ca’fer es-Sâdık, daima ilimle meşgul olmuş ve bu maksatla kendisine gelen iyi niyetli insanları geri çevirmemiş, doğru bildiklerini onlara aktarmıştır. Ca’fer es-Sâdık’ı dinlemek ve bilgi almak için gelenler arasında birçok isim, daha sonraları Fıkıh ve Kelam ilminin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlar arsında Ebû Hanife(öl:150), Mâlik b. Enes(lö:179), Mutezile’ nin kurucusu Vâsıl b. Ata(öl:131) ve meşhur kimyacı Cabir b. Hayyân(öl:200) sayılabilir.
İmam Ca'fer es-Sadık hayatında sapık insanları reddetmiş kovmuş onlardan uzak durmuş, sapıklıklarını ilan etmiştir. Halkı da onlardan uzak durmaya davet etmişlerdir. Zira onların yaydığı inançları tasvip etmiyordu. Ebu'l Carud, Ahmed b.Keyyal'da bunlardandır. Celaleddin es-Suyûtî İmam Cafer in “ Ebû Bekir ve Ömer’i hayırla anmayan kişiden uzağım”dediğini belirtmektedir. Bütün bunlara rağmen Ca'fer es-Sadık 'ın ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılan Şii'lerden her gurup kendilerini bu imamın taraftarlarına kabul ettirmek için, fikir ve görüşlerini ona dayandırmışlardır. Şehristani ve İbn Hazm bu durumlara örnekler vermişlerdir. ((Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1, 146-155).
Yine İmam Zeyd bugünkü adıyla Zeydiyye diye anılan grup, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin isim ve şahsını belirtmek sûretiyle yerine bir imâm (halîfe) vasiyet etmemiş olduğuna inanırlar, Onlar için imâm, ancak vasıfları ile tanınabilir. Taşıdığı vasıflar îtibâriyle imâm, hazret-i Ali'dir. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl ederler. Muta nikahının meşru kabul etmezler. Büyük günâh işleyen kimse tam mânâsı ile tövbe etmedikçe temelli olarak Cehennem'de kalacaktır. (Abdülaziz Dehlevî, Abdülkâdir Bağdâdî)
Hz. Peygamber'in soyundan gelen Zeydi imamlardan Meşhur alimin İbn Murtaza'mn şu ciddi tespitleri ve ifadeleri de çok önemlidir. "Rafızilerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık,' mütevatir nassdan sözettiği duyulmamıştır. Orlar, önce Ammar, Ebu Zer, Mikdat b. elEsved'in de Ali'nin imam olduğu görüşünde olduklarını ile sürmüşlerdir. Lakin, isimleri zikredilen bu kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer' den teberru ettikleri gibi ikisine de küfür etmemişlerdir. Bu duruşları Rafızîleri yalanlamaktadır. Öyle ki, onların iddialarının aksine; Ammar Kufe'de, Selman el-Farisi de Medain'de Ömer b. El Hattab'ın tayin ettiği amirler olarak görev yapmışlardır" ' Öte yandan, eğer, Hz. Ali, Hz. Peygamber tarafından halife tayin edilmiş olsaydı, bütün müslümanları ilgilendiren böyce bir meselenin, Hz. Ebu Bekir'in halife seçildiği Sakıfe olayında, Hz. ömer'in halife olmasındave Hz. Osman' ı hilafet makamına götüren tartışmalarda gündeme gelmeyeceğini düşünmek mümkün olmazdı. Oysa, ne Sakife olayında, ne de diğerlerinde böyle bir şey olmamıştır.
hiç kimse Ali ile ilgili böyle bir delil ileri sürmüş değildir. Ustelik, Hz. Ali'nin kendisi de, hiç bir zaman, bu iş benim hakkımdır dememiştir. Beni Hz. Peygamber halife tayin etmiştir, diyerek halifelik iddiasıyla
Ortaya çıkmış değildir. Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'e yakınlığım, dini konulardaki titizliğini göz önüne alırsak, onun, Hz. Peygamber'in bir emri karşısında sessiz kalabileceğini düşünemeyiz.”
Hz. Ali Allahın bir velisidir.!... Vilayet onda muhammed-Ali nuru olarak tecelli etmiş, ondan bütün evlatlarına yansımıştır. Onun evlatları da bu nur'u kendi evlatlarına intikal ettirmişlerdir. Ali’nin şehadet'inden sonraki 300 yıl içerisinde iktidar hırsına kapılan bir kaç torundan başka, hepsi peygamber soyu'ndan olmanın şuuru ve vakarı içinde, ilim'den ve din'den başka bir şeyle ilgilenmemişler, insan yetiştirmeye önem vermişlerdir.
23- ŞİİLERİN ANLADIĞI ŞEKİLDE BİR İMAMA İHTİYAÇ VAR MI?
Ehl-i Sünnet âlimleri, İmametle ilgili Şia'nın görüşlerinin doğru olmadığı hususunda ittifak etmişler ve Şia'nın görüşlerini şu hususlardan dolayı reddetmişlerdir.
İmama ihtiyaç vardır, fakat masum imama ihtiyaç yoktur. Dini hükümlerin yerine getirilmesi, kötülüklerin giderilmesi ve İslam'ın korunmasına ihtiyaç vardır. Ancak bu ihtiyaçları giderecek kimsenin masum olması şart değildir. İctihad ehli ve adalet sahibi olması yeterlidir. İmamın hata etmesi caizdir. Uyanlara ise herhangi bir sorumluluk yoktur. "Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (217) ayetindeki "emir sahipleri" Şia'nın ileri sürdüğü gibi İmamlar, demek değildir. Ya Raşid halifeler veya seriyye komutanları, yahud da dini hükümlerde fetva veren ve insanlara dinlerini öğreten âlimlerdir. (İbn-i Kesir'de buradaki Ulu'l emr'den maksadın Ulema olduğunu beyan etmektedir.) Şu hususta unutulmamalıdır ki, imam şeriata uygun ettiği sürece ona uymak gerekir. Şeriata karşı hareket ederse, ona uyulmaz. Peygamberlerin bazı özellikleri imamlarda tahakkuk edebilirse de, bütün özelliklerinin imamlarda bulunması söz konusu değildir. İsmet de bunlardandır. Ehl-i Sünnet'e göre İsmet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ve peygamberlik şartlarındandır. İmamlık şartlarından değildir. (219)
İnsanların, hidayet için Kur'an ve Sünnet'e sarılmaları yeterlidir. Bu konuda birçok ayet ve hadis vardır. Ama masum imama uymanın lüzumunu belirten tek bir ayet ve hadis yoktur.
Şer'i hükümler bedihi (apaçık) dir. Mü'minler, açık olmayanlarını (Müteşabihleri) anlamakla yükümlü tutulmamışlardır. Zira İslâm'da güç yetirilemeyeni teklif yoktur. İmam, vahiy almadığına göre, bedihi olmayan şer'i hükümleri nereden bilebilecek? Ehl-i Sünnet'e göre, rey ve kıyas haktır. Masum birine ihtiyaç yoktur. Kur'an, Sünnet, İcma' ve Kıyas'tan ibaret olan şer'i deliller insanlara kafidir.
İmam, şeriatın koruyucusu kabul edilse bile, şeriatı kendi zatıyla koruyor değildir. Aksine, Kitap, Sünnet, İcma' ve sahih içtihadıyla korur. İmam'ın içtihadında hata etmesi ise caizdir. Bu hata sağlam şeriatı bozmaz.
İmamların sözü, Peygamberlerin sözü gibi hüccet değildir. İmam kumandan mesabesindedir. Peygamberlere caiz olmayan şeyler, imamlara caizdir. (Kadi Abdu'l Cebbar, Mugni, c.15.sh:313)
"...Seni insanlara imam (önder) yapacağım" dedi. O (İbrahim): "Soyumdan da" deyince, "zalimler benim ahdime erişemez" dedi. (Bakara: I24) ayeti imamların masum olduğuna delil değildir. Zira ayetteki "ahd"den murad, ya peygamberlik veya imamlıktır. (Taberi, Cami'ul Beyan, C.I. sh: 530) Şayet imamlık ise, her masum olmayanın zalim olduğu gerçek delildir. Belki, adaletli olmayan, tevbe edip nefsini ıslah etmeyen zalimdir. (Cürcani, şerhu'1-Mevakıf,C.3.sh:265-266)
"Ey Peygamber'in ev halkı Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister." (Ahzab: 33) ayeti de imamların ismetine delil değildir. Çünkü, bütün imamların Ehl-i beyt'ten olma şartı ve zarureti yoktur. Ayrıca ayetteki rics, manevi pislik olan töhmettir. Onlardan töhmetin kaldırılması, hata etmelerini engellemez. Zira müctehid, içtihadı hatalı da olsa sevap kazanır. (Rüşdi Alyan,el-İslâm, ve'l-Hilafet, sh: 59)
Halktan zekât ve vergi toplamak için adaletli olmak gerekli ise de masum olmak şart değildir.
İmam ve halife dini konularda fetva verirken isabet de edebilir hata da. Müctehidin hata etmesi caizdir.
Halkın, imamın kıldırdığı namazda şüpheye düşmemesi için imamın masum olması gerekmez. Bu, Şia'nın bir iddiasından başka bir şey değildir.
"Ben ümmetim hesabına, başlarına geçecek sapık imamlardan korkarım", hadisi de imamların masum olmadığına delâlet etmektedir. (Tirmizi, Fiten, 51- Ayrıca, adil ve zalim imamlarla ilgili hadisler için bk. İbn Hacer, El- Matalibu'l- Aliyye, c.2, sh: 232-234.)
Masum imama ihtiyaç yoktur, insanlar bütün işlerinde imama uymak mecburiyetinde de değillerdir.
Peygamber'in getirdiği dini hükümleri nakleden, imamlar değil; adil, zabit ve güvenilir raviler ve âlimlerdir.
İmamların, meleklerden üstün olduğuna dair akli ve nakli herhangi bir delil mevcut değildir.
Şia'ya göre, gaip imamın naibi olan müctehid imam, masum olmadığına göre Şia'nın görüşündeki tenakuz kolayca anlaşılmış olur.
Şia'nın, imamlar ve ismetleriyle ilgili görüşünün dini naslara uygun olmadığı ortadadır. Zira, Peygamberler bile, imam olmak hasebiyle hata edebilirler..... Bu nassla sabitken, imamların, doğumlarından, ölümlerine kadar büyük küçük her türlü günahtan; unutmak, yanılmak ve hata etmekten masum olduğunu iddia etmek ne derece doğru olabilir?
İmamların masum olduğuna dair açık ve kesin bir delil mevcut değildir. (Başta Hılli olmak üzere bir çok Şia âliminin imamların ismetine dair ileri sürdükleri deliller çeşitli mantık oyunlarından ve ayetleri zorlama suretiyle yaptıkları tevillerden ibarettir. Her mezhebin kendine göre bir mantığı vardır. Şia mantığına göre bunlar doğru, fakat Ehl-i Sünnet'e göre yanlıştır.) Allah Teâlâ’nın, lütfen masum bir imam göndermesinin gerekli olduğu iddiası dayanaksızdır. Zaten böyle bir imam da mevcut değildir. Muntazar (gibi) imamdan da kimseye bir fayda yoktur. Tarihen herkesin, On iki imamı kabul edip bunlara tabi olduğu da sabit değildir, (İbn Teymiyye a.g.e. c.2, sh:I34-135)
Şia'nın ileri sürdüğü deliller dayanaktan yoksundur. İmamın, Haşimi olmasının şart koşulması, nassın zahirine ve ümmetin, Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in halifeliğini (imamlığını) tasdik sadedinde yaptığı akid icmaına aykırıdır, İ İmamın, masum olması ve gaybı bilmesi şartı da ümmetin icmaı ile batıldır. (Amidi,Gayetü'l-Meram, sh: 384 )
Raşid Halîfelerin halifeliği ittifakla akdedilmiş ve onlarda masum olmadıklarını itiraf etmişlerdir. Nitekim bazı hususlarda, halifelerin görüşlerinde isabet edemeyip yanıldıkları tarihen sabittir. Bu da imamların masum olmadıklarını gösterir. (Amidi, Ğayetü'l-Meram, sh: 385)
Şiaya göre “İmamet in ne olduğunun tespiti, atanacak kişinin tayini şeri hususların işleyişi değişim ve ziyadelikten korunması Allaha vaciptir”. Yani bunun tayini devleti kimin yöneteceğini insanlara bırakılamayacak bir konudur. Oysa herhangi bir meselenin Cenabı Allah’a vacip olduğunu varsaymak hâşâ Allah ın aciz olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Yani bu hususu Allah ın üzerine vacip kılacak başka bir güç olduğunu tasdik etme anlamı çıkar. İslam inancında gerçek anlamda imamet mevzuu var idiyse, Hz Peygamber de imamı tayin için gönderilmişse, bu husus neden Kuran da bulunmamaktadır? Hâşâ Allah Hz peygamberden sonra ümittin bu hususla ilgili tefrikaya düşeceğini bilmedi mi? Yada inanılması ve uyulması farz olan bir hususu kulundan neden salkıdı? Hz Allah imanın esasına yönelik bir şeyi neden gizledi. Birileri bunu anlasın diğerleri de anlayamasın cehenneme gitsin mi istedi? Haşa bu sıfat nasıl Allah a yakıştırılır?.
Şianın iddiaları böyle olmasına rağmen Hz Peygamberimizden sonra Hz Ebu Bekir halife seçilmiş ve toplumun önderi imamı olmuştur. Şianın sahabe düşmanlığı kıssalarında hakaret vari Hz Ebu Bekir in korkak birisi olduğu anlatılır. Peygamberin yardımcıları arkadaşları akrabaları dostları bu kadar gaflet içinde miydi ki böylesi korkak bir adamı kendilerine imam seçti. Ya da birileri seçti de diğerleri neden karşı çıkmadı. Halifeye “ Doğru davranmazsan seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen bir cemaat neden bu haksızlığa karşı çıkamadı!....? Şianın bu konudaki iddialarını gerçekliği, ihtimal olarak bile düşünülmesi muhtemel bir hakikat değildir. Ama şia bu ve buna benzer binlerce üretilebilecek sorulara geliştiği süre içinde yorumlar getirmiş, teviller getirmiş, su olmadık derelerde nehirler taşımış, söylemlerinin birçoğunda birbirlerini yalanlamışlar sürekli bir çıkış bulmaya çalışmışlardır.
Bu imamet mevzu kurani bir kavramdı da; İmam Zeyd Hz Ebu Bekir, Ömer, Osman’ın imamlığını neden kabul etti. Neden diğer Şiiler İmam zeyd e bu konuda karşı cıktılar. Onlar bu konuları imamdan daha mı iyi biliyorlardı?. Yoksa yanılmaz dedikleri imamlar birçok yerde olduğu gibi burada da mı yanıldılar?
Konunun aslına devlet Yönetimi ile ilgili Kuran ayetleri ile Şiacıların imametle ilgili delil gösterdikleri ayetleri bütünlük içinde incelendiğinde; İmamlığın kişisel olduğu , İslam dininde soya ve akrabalığa bağlı bir İmamlık olayının bulunmadığı, imamlığın Rahmana kul olan herkesin sahip olabileceği bir mevki olduğu apaçık görünür. Ancak Şiacılar bu iddialarını delillendirmek adına yüzlerce formül geliştirmişlerdir. Bunların her birine inmeyede gerek yoktur. Bizce asıl olan bu konu ile alakalı Kuran ın formülüdür.
Konu ile alakalı ayetler;
“Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu. Bakara /124
Şiacılar bu sureyi imametin delili olarak sunmaya kalkarlar. Bu surenin neresinde
- Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz"! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine imam kıl derler. Furkan/74
- Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a) inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. Hud/17
- Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. Ahkaf/12
- Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: "Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. "Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?" dedi. "Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?" dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.Bakara/246
- Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? Dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. Bakara/247
Birde bu olayı Hz Ali acısından irdeleyelim.
Ali’nin Peygamber’in ilk halifesi olması hususunda ilahi bir emir mi vardı; yoksa bu, Resulullah’ın şahsi arzularından bir arzu muydu? İmam Ali, bu hususta Allah’tan bir emir olmadığını söylüyor. Ali’nin çağdaşları da bunu söylüyorlar. Büyük kayboluşa kadar devam bu görüş, büyük kayboluşla birlikte Şia’nın akidelerinde meydana getirilen değişikliklerle birlikte bu görüşün tezadı akide haline getirildi.
İmamet mevzuunun kimin hakkı olduğu konusundaki düşüncenin ele alındığında teferruatta saklı olan ancak olayın boyutunu değiştiren çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Ki Şiacılar bu noktayı gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. İmam Ali ve beraberindekilerin Resulullah’ın halifesi olması hususunda öncelik hakkı nın Ali de olduğu ve fakat Müslümanların başkasını seçtiği görüşü ile Hilafet’in Ali’ye Allah tarafından verilmiş bir hak olduğu halde bu hakkın çağdaşları tarafından gasp edildiği iddiası arasındaki fark gözden kaybedilecek bir fark değildir. Hz Peygamberden sonra halifeliğin secimle yapılmasının meşru olduğunu ve hilafet hususunda gökten inen bir emir bulunmadığını bize Hz Ali kendi şöyle demektedir.
“ - Ebu Bekr’e, Ömer’e ve Osman’a biat ettikleri gibi bana da biat ettiler hazır bulunanaların seçmeye, bulunmayanların da red etmeye hakları kalmamıştır.
Şura ancak Muhacirler’le Ensar’ındır. Bir kişi üzerinde anlaşıp onu imam olarak tanıdılar mı, Allah’ın rızasını almış olurlar. Onların emrine itiraz edecek veya başka bir yön gösterecek olan olursa, onu yola getirmeye çalışırlar. Aksi takdirde müminler doğru olmayan bir yolu tutmasından dolayı onunla savaşırlar!...” Bu hususta Allah ın emri olmadığının Ali tarafından bir başka tescili ise; Hz. Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim”. Dediğinde, Hz Ali “İnsanlar peygamberin amcası yeğenine biat etti derler”. Deyip bu teklifi kabul etmediği muteber bütün tarih kitaplarında mevcuttur. Bu konuda bir emir olsaydı bunu elbette ki Ali bilirdi. Bildiği halde böyle davrandıysa Allah ın emrine karşı gelmiş olurdu. Bu durum Ali ye yakışır bir durum mudur?. Hz Ali’ye verilmiş bir hak var idi ise; o hakka sahip çıkmamak, ya da çıkamamak, hakkını savunmamak, pısırıklık etmek, korkarak saklanmak, takiyye yaparak yalancı durumuna düşmek, hiç ona yakışır bir vasıf mıdır? Kim böyle bir Ali yi sevebilir. Haşa bu kötü vasıflar hiç O Allah ın aslanına yakışır bir şey midir?. Şia felsefesinin islamın kutsal değerleri tarafından desteklenir bir tarafı yoktur. Olamaz da. Yoksa islam kendi içinde çelişkiler yumağı olur. Bu nedenle de bu felsefenin tarihi gerçeklerini bilenler İslamı gerçek anlamda kavrayan ilim adamları tarih boyunca şia felsefesine cevap verme gereği bile duymamışlardır. Çünkü muhatap alınacak doğrulukta ve fikirde bir kişilik bulmak mümkün olmamıştır. Karışınızda neyle karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz. Size görünüşte hak verir, ice döndüğünde sözünden cayar. İlim diye uydurmaları tarihi safsataları ortaya sürer. Tevilleri yorumları tarihi gelenekleri dinin merkezine koyar. Yani onlarla neyi tartışacağınızı bilemezsiniz. Hangi konuda uzlaşacağınızı anlayamazsınız.
Amaç eğer doğruyu araştırma ve orda karar kılmak olsaydı, 1148 de Nadir Şah zamanında bu amaçla yapılan küçük bir şurada tespit edilen taraflarca onaylanıp ilan edilen gerçekler herkesçe benimsenirdi. Şiacıların amaçları hiçbir zaman doğruyu bulmak adına değil doğruyu bulandırmak kafaları karıştırmak ondan sonra kendi doğrularını şırınga etmekten geçer bu tarihte de bugünde böyledir. Kendi çıkmazlarını ayet ile ispatladığınız zaman size söyleyecekleri ilk şey
“Bu ayetleri sizler anlayamazsınız bunun Batıni manası var bunu ancak Hz Ali ve diğer imamlar anlar.” Yani bizler anlarız derler. Çünkü ayetleri onlardan başka anlayacak kimse yoktur.
Peki Allah bu kitabı raflarda dursun anlaşılmasın imamlar anlasın da bizlere anlatsın diye mi gönderdi!?. Pekiyi bize bunu anlatacak imam nerede, İmamların bu konularla ilgili anlatıları nerde?. Madem bir imamlık müessesi var bin iki yüz yıldan beri neden imam bizleri aydınlatmıyor. Bu imamlar nerede? Var olan bir şey, inanılması gereken bir akide ortadan kaybolur mu? İmamsız bir devir olur mu? İmamın olmadığı yada imamdan uzakta kalındığında insanların hali ne olur? Eğer bu imamlar toplumun önderi ve yöneteni olarak gönderilmiş se neden Hz Ali ve Hz. Hasan dan başka birisi toplum yönetimini ele alamadılar. Eğer alamayacak idiyseler neden alamayacakları şeye iman edelim. Allahın bu konudaki iradesinin önüne insanlar geçebilir mi? Cahiliye döneminin en karanlık dönemlerinde Hz Peygamber aracılığı ile Cenabı Allah ın iradesinde hiç yanılma ve sapma olmadan islam nasıl doğdu ve muzaffer olduysa, imamet konusundaki Allah ın iradesinde bir değişme mi oldu?. Yoksa insanların değişebileceğini Cenabı Allah önceden fark edemedi mi?! denmek isteniyor? Bu konuda Şiacıların cevaplandırılması gereken binlerce sorular üretilebilir.
Ali’nin Peygamber’in ilk halifesi olması hususunda ilahi bir emir mi vardı; yoksa bu, Resulullah’ın şahsi arzularından bir arzu muydu? İmam Ali, bu hususda Allah’tan bir emir olmadığını söylüyor. Ali’nin çağdaşları da bunu söylüyorlar. Büyük kayboluşa kadar devam eden inanç, büyük kayboluşla birlikte Şia’nın en önemli akidelerinden sayılmaya başlandı.
İmamet mevzuunun kimin hakkı olduğu konusundaki düşüncenin ele alındığında teferruat da saklı olan ancak olayın boyutunu değiştiren çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Ki Şiacılar bu noktayı gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. İmam Ali ve beraberindekilerin Resulullah’ın halifesi olması hususunda öncelik hakkı nın Ali de olduğu ve fakat Müslümanlar’ın başkasını seçtiği görüşü ile, Hilafet’in Ali’ye Allah tarafından verilmiş bir hak olduğu halde bu hakkın çağdaşları tarafından gasp edildiği iddiası arasındaki fark gözden kaybedilecek bir fark değildir. Hz Peygamberden sonra halifeliğin secimle yapılmasının meşru olduğunu ve hilafet hususunda gökten inen bir emir bulunmadığını bize Hz Ali kendi şöyle demektedir.
“ - Ebu Bekr’e, Ömer’e ve Osman’a biat ettikleri gibi bana da biat ettiler hazır bulunanaların seçmeye, bulunmayanların da red etmeye hakları kalmamıştır.
Şura ancak Muhacirler’le Ensar’ındır. Bir kişi üzerinde anlaşıp onu imam olarak tanıdılar mı, Allah’ın rızasını almış olurlar. Onların emrine itiraz edecek veya başka bir yön gösterecek olan olursa, onu yola getirmeye çalışırlar. Aksi takdirde müminler doğru olmayan bir yolu tutmasından dolayı onunla savaşırlar!...”
Meselenin bir başka cephesinde Peygamberimizin şahsi arzuları ve istekleri ile Cenab-ı Hakk’ın emriyle alakalı yönü bir birinde ayırt etmek gerek. Yani Resulullah’ın bir insan olduğunu hesaba katarak onun kişiliğindeki bu iki yönü birbirinden ayırmamızın, Peygamber’in ilahi vechesi ile şahsi cihetini birbirinden tefrik edebilmemize büyük katkısı olacaktır. Böylece Peygamber’in ilahi emirlerin icabı olarak söyledikleri ile bunlarla ilgisi olmayan sözler ve fiiller arasındaki farkı her zaman belirttiğini öğrenince, şahsının ve nefsinin yüceliğini bir kere daha anlayacağız. Kuran-ı Kerim Peygamber sav. hakkında şöyle diyor:
“O arzusuna göre konuşmaz. O’nun bildikleri vahyedilenden başka bir şey değildir. Çünkü onu kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri öğretti.”
Şüphesiz ki; burada Peygamber’in islami hükümleri tebliğ ederken daima vahye isnad ettiğini belirtmek istiyor. İslam’a Hz. Muhammed’in sav. Peygamberliğine ve O’na nazil olan Kuran’a iman şartı da budur.
Ancak Kuran-ı Kerim Peygamber’in hususi arzularından bir arzu ile ilahi olan emir arasında temel farkı beyan etmek için “itap ayetleri”yle bazen de “men ayetleri”yle açık ve sarih bir şekilde duruma katiyet vermiştir. Yani islam anlaşılması için gönderilmiş bir dindir. insanların kafasında zaaf bırakacak kör noktalarla dolu bir anlayış yoktur. Ancak insanlar kendileri hakikatlerin üzerine kapatarak kör noktalar oluşturabilirler.
İmamın mertebesi ile alakalı şianın görüşü incelendiğinde, bunların herhangi bir delile dayanmadığı, bilâkis bâtıl olduklarına dair delillerin bulunduğu anlaşılacaklardır. Zira Hz. Muhammed (S.A.V.) îslâm şeriatını tümüyle açıklamıştır. Bu hususta ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: «Bugün size dininizi tamamladım...» Maîde suresi âyet 23
Eğer Hz. Muhammed (S.A.V.) İmamilerin iddia ettikleri gibi herhangi bir şeyi gizlemiş olsaydı, Rabbinin, kendisine tebliğ etmesini emrettiği dini tebliğ etmemiş olurdu. Bu da mümkün değildir. Ayrıca hatalardan beri olmak ancak peygamberlere mahsustur. Peygamberlerden başkasının masum olacağına dair herhangi bir delil yoktur.
Ehl-i Sünnet'e göre, Peygamberlerden başkası masum değildir. Halife olan ve olmayan kimselerin hata etmeleri, günah işlemeleri ve tevbe etmeleri caizdir. Günahları, Tevbe ile ve iyilikle silinir. Resûlullah (s.a.v) on kişiyi cennetle müjdelemiştir. Onların cennetle müjdelenmesi, günah işlemediklerine değil, Allah'ın onları mağfiret ettiğine delildir. Farz edelim ki, hatadan korunmak için, masum birine ihtiyaç vardır. Bu takdirde, her beldede bir masumun bulunması gerekir, çünkü bir masum bütün beldelere yetmez. Naib tayini, hatanın caiz olmasını önlemez. Dini bilgileri öğrenmek için de masum birine ihtiyaç yoktur. Çünkü öğretmek ismetle değil, Peygamber veya Kitap aracılığıyladır. İmam, şeriata tabi olduğu sürece ona uymak gerekli olur. Şeriata muhalif hareket ederse ona uyulmaz. Bu takdirde red ve inkâr edilir... Kısaca, Ehl-i Sünnet'e göre Peygamberlerden başka masum yoktur."
Eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna samimi olarak inanılıyorsa, bütün mezheplerin atalarından devraldıkları rivayetleri Kur’an ışığında inceleyip uymayan hususları Kuran’a uydurmaya ve durumu kurtarmaya çalışmadan, batıni manaların referans verildiği merkezden uzaklaşmış anlayış ve tevillerden kurtulunması bunları tamamen yok sayılması gerekmez mi? Bu sapma ve saptırmaların dinin gerçek bir emri gibi algılanmayıp dinin merkezine yani kuran a yönelmek gerekmez mi?. Rivayetlere dayalı inançların bir çoğu çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kuran’a uymayan, Kuran’a karşıt birçok hususların da ihtiva ettiğini her zaman görmek mümkündür. Bir takım amaçlar çerçevesinde veya farklı inanç geleneklerinin versiyonu olan bu rivayetlerden din olmaz. Çelişki olur kargaşa olur. Kavga olur Dindeki bazı asıl meselenin yerini gölgeleri alır. Ümmet Kuran dururken asla tevillerde yorumlarda birleşemez. Kimsede bu uydurmaları Kuran ın anlamı diye yutturamaz. Cahiller müstesna.! Kısacası Kuran’ı merkeze almayan yorumlarla dini anlayışların oluşturulması sonunda islam coğrafyasında islam dışı şu anlayışları görmek mümkün olur.
Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devredilen Kraliyet, Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar.
İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar. Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti.
ümmet anlayışı yerine ırkçılık. Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü.
Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri. Kabe yerine, türbelerin tavafı
Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Allah’ ortaklar peyda etmek, Allah’ın yetkilerinin tamamen yada kısman gökte ucan şeyhlere imamlara Kutuplara devredilmesi, Allahtan beklenmesi gereken beklentilerin başkalarından beklenmesi, bir takım tabuların Allah yerine konulması,
Zekât ve Sadakalar ihtiyaç sahiplerine değil dini saltanat aracı olarak kullananlara mali desteğe dönüşmesi, Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık yapılması,
Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum.
Allah’ın “Akıl etmez misiniz?” emri gereğince düşünen toplumlar yerine
akıl etmeyen, aklı küçümseyen beynini kiraya veren, sadece kulağına fısıldanan kadar yada eline tutuşturulan kağıttaki yalan yanlış bilgiler oranınca düşünebilen bir yapı, Gayba imanı sulandırıp keyfi iddialar ve falcılığa dönüştürme, Peygamber yerine imamlık müesseseleri gibi ne olduğu net olmayan bir takım inançların getirilip dinde olmayan, dinin etkisini yok eden, dini ortadan kaldırmaya yönelik olan argümanlar gelişir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder